Zamanın padişahı fakr-u zârurete düşerek çok zor bir hayat yaşadığı korkulu bir rüya görür. Korku ile uyandığında veziri çağırır ve rüyâsını anlatarak; tüm malının ve hazinesinin hesâbını ister. Vezir, hesâbı çıkarır Sultan’a sunarak onu teskin eder ve:

▬ Hünkârım! Bu elinizdekilerle hem siz hem evlâtlarınız hem de torunlar sıkıntıya düşmeden yaşayabilirsiniz!” müjdesini verir. Sultan, bir süre rahatlar ama bir gün yine rüyâsında kendi kendine:

▬ Öldükten sonra âhiret hayatında ne yapacaksın?” sorusu sorulur... Dehşetle uyanır ve kaygı ile veziri tekrar çağırarak bu sorunun da cevaplanmasını ister. Vezir:

▬ Sultanım, bu soru beni aşar. Bu soruyu cevapla cevaplasa şu karşıki dağlarda münzevî bir hayat yaşayan êhl-i irfandan olan zât ancak cevaplar!” der. Bunun üzere askerler, garip ârifi apar topar Sultan’ın huzuruna getirirler ve Sultan aynı soruyu ona da sorar. Yaşlı olan pîrî fâni:

▬ Peki, Sultan! Sen bu dünyadayken, âhiret hayatın için hangi hayır işleri yaptın?” diye sorar. Sultan da hemen yaptırdığı yetimhâneleri, hastâneleri, medreseleri sayar. Ârif:

▬ O zaman hiç merak etme, bu kadar hayır hasenât yaptıktan son senin öbür dünyan da mâ’mur olacak! deyince, padişah sevinçten âdeta uçar ve yaşlı pîrî fânîye:

▬ Ey ihtiyar! Dile bende ne dilersen!” der, pîrî fânî:

▬ Ey Sultan! Ver o zaman bir kâse pirinç!” der. Sultan güler ve:

▬ Bey baba, sen olayı anlamadın. Ben bu ülkenin melîkiyim, senin her istediğini verebilirim. İstersen seni ağırlığınca altınla ödüllendiririm!” der. Pîrî fânî gülümser ve:

▬ Ver o zaman iki kâse pirinç!” der. Sultan ödül konusunda ısrar edince:

▬ Bak Sultan, sen beni anlamadın galibâ!” der ve devam eder, “Biz bir kâse pirinç bulduğumuzda şükreder, yeriz ve yarını düşünmeyiz. Ama sen bana iki kâse pirinç verirsen, ‘Üçüncü gün ne yerim?’ diye düşünmeye başlarım ve bu böyle devam ederse sonunda senin gibi olurum!” diyerek Sultanın şaşkın bakışları arasında huzurdan ayrılır...

Tabii ki bu hikâyede çok özel bir insanın hayat tarzı, teslimiyeti ve güveni anlatılır. Yoksa bu, kimse yarını için hazırlık yapmasın mânâsına gelmez. Kanaat varoluşu, yeterince çaba sarf ettikten sonra, eline geçenle yetinme, isyân etmeme hâlidir. Özellikle sâhip olma hırsının had safhalara ulaştığı günümüz tüketim toplumunda kanaati yaşayabilmek, bitip tükenmeyen bir hazineye sahip olmak mânâsına gelir.

Mevlânâ bu konuyu şu örnekle ne kadar güzel tanımlar: “Avcı, dâima tâneler saçar durur; saçtığı tâneler görünür ama yapacağı kötülük görünmez. Nerede tâne görürsen kendini sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, (seni yücelere yükseltecek kolun kanadın bağlanmasın!) Tuzak, yemi olan tânelerden sakınıp onu terk eden bir kuş, hîlesi tuzağı olmayan bir ovanın dânelerini yer, karnını doyurur. Kanaat eden kuş, ancak tuzaktan kurtulur da hiçbir tuzağa düşmez: kolu kanadı bağlanmaz.”

Bu nedenle denilir ki: “Emek artar, ama rızık artmaz.” Hz. Peygamber (s.a.v.), bir hadis-i şerîfinde: “Kim, kalbi korkudan emin, bedeni âfiyet içinde, yanında da günlük yiyeceği bulunarak sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir.” buyurmaktadır.

Zühd, yoksulluk demek değildir; hatta zühdle yoksulluğun doğrudan ilgisi yoktur. Zühd, mala sahip olmamak değil, malın insana sahip olmasını, insanı yönlendirmesini önlemesidir.

Mevlânâ’ya:

▬ Dünya nedir?” diye sorduklarında o:

▬ Allah’dan gâfil olmaktır” cevabını verir. Yine Mevlânâ, dünyayı denize, insanı da gemiye teşbih eder. Gemi delikse batar ve dünyada gark olur (fenâ fi’d-dünya). Delik değilse, üzerinde âsûde şekilde dolaşır. İnsanla dünya arasındaki ilişkiyi gemi ile su arasındaki ilişkiye benzeten Mevlânâ, gemi için su ne ölçüde gerekli ve önemli ise, insan için de dünyanın o ölçüde önemli ve gerekli olduğunu vurgularken, aynı zamanda geminin altında iken onu yüzdüren, ona hareket etme imkânı veren suyun, geminin içine girdiğinde onu batırdığından, helâk ettiğinden bahsetmektedir. Geminin su alması gibi, dünya da kimin kalbine ve gönlüne girerse onu tutsak eder, şaşırtır ve hedefinden saptırır. Dolayısıyla, mâla sâhip olmak başka, malın insana sahip olması yine başkadır. İbn Hazm der ki: “Acıların çoğu, beklentilerin fazlalığındandır. Beklentiyi azalttığımızda hayatın yükü hafiflemektedir. Beklenti dert, beklentisizlik dermandır. Birbirimize yapacağımız en iyi iyilik, taşıyabileceğimiz kadar beklenti içerisinde olmaktır.” Vesselam…

            Selâm ve duâ ile…