Halife Hz. Ömer bir mecliste hazır bulunanlara sorar:

▬ Eğer dileğiniz hemen kabul ediliverecek olsa ne dilerdiniz?” İçlerinden birisi:

▬ Benim falan vâdi dolusu altınım olsun isterim. Onu harcayarak İslâm’a daha çok hizmet edeyim,” der. Bir başkası:

▬ Şu kadar sürüm (davar, koyun, keçi), mal ve mülküm olsun isterdim. Gerektikçe onları sarf ederek dine yararlı olayım,” der. Herkes buna benzer şeyler söyler. Hz. Ömer hiçbirini beğenmez. Bu defâ meclistekiler, Hz. Ömer’e sorarlar:

▬ Ya Ömer! Peki, sen ne dilerdin?” Cevap verir Hz. Ömer:

▬ Ben de Muaz, Sâlim, Mus’ab, Ebû Ubeyde gibi Müslümanlar yetişsin isterdim. İslâm’a onlar vasıtasıyla hizmet edeyim diye.”

Hz. Ömer ile ilgili başka rivayette komutanlarından biri sefer dönüşü yanında biriyle huzura çıkar. Hz. Ömer:

▬ “Bu kim?” diye sorar. Komutan anlatır Halifeye:

▬ Efendim, bu benim sağ kolumdur. Hangi görevi verdimse başarı ile tamamladı. En gizli haberleri yerine ulaştırdı. Bâzen bir orduya bedel hizmet gördü. Zaferlerimi onun sayesinde kazandım diyebilirim.” der. Aradan zaman geçer aynı komutan halifenin huzuruna yeniden çıkar. Ama mağlup bir komutan olarak. Halife sorar:                                                                      

▬ Komutan, hani sağ kolun nerede?” Komutan:                                                                 

▬ Sormayın ya Ömer, ihânet etti düşman tarafına geçti.” Hz. Ömer, bu defâ:

▬ Sana, Allah’tan cc﴿, başka hiç kimseye dayanmamak gerektiğini geçen sefer söyleyecektim ama vazgeçtim. Bir musîbet bin nasihatten yeğdir diye düşündüm” der. Hz. Ömer’in “Bin nasihatten bir musîbet yeğdir” sözü TDK’da şu şekilde tanımlanır:

▬ Yanlış bir yol tutmuş kimi insanlar vardır ki, onlara ne kadar çok öğüt verirsen ver, tuttukları yanlış yoldan çevirmekte olan bu öğütler bir fayda temin etmez. Ama takip ettiği yanlış yolda başına gelen bir felaket, onu doğru yola getirmekte daha etkili olur. Çünkü kötü tecrübelerin öğretme gücü oldukça büyüktür.”

Bazı durumlarda insanlara her ne kadar doğruyu gösterseniz de onlar yine bildiklerini yaparlar. Fakat ne zaman başlarına kötü bir iş gelirse akıllanırlar. Ne olur bir musibete gerek kalmadan uyanık olun, aklı başında olun. Bazı musîbetler, olumsuz olayların dönüşü olmayabilir ya da silinmesi kolay olmayan derin izler bırakabilirler. Her zaman büyüklerimizin sözlerine değer verelim, onları dinleyelim ve nasihatlerine uyalım.

Bu gibi durumda Hz. İbrahim gayet haklı olarak ‘Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!’ demekte, hemen ardından da, ‘Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?’ diye sormaktadır…

Evet, soru bu: ‘Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?’ Cenâb-ı Hakk’tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin…

Toplum olarak sadece belâ ve musîbetlere karşı değil, yaşadığımız gündelik üzüntü ve sevinçlerde dâhi, olması gerekenden daha büyük tepkiler göstererek abartıyı ilke edinir olduk. Mutlulukların paylaşılınca çoğaldığı, hüzünlerin paylaşılınca azaldığı teorisini yanlış okumaya başladık.

Kendi ayağımıza batan diken, bir kente düşen bombadan daha büyük gündem oluşturur oldu bize. Ağzımızdaki biberin acısı, yetimlerin ya da çocuksuz kalan âilelerin acısından daha önemli olmaya başladı.

Abartıyoruz… Abartıyoruz. İmtihan sahasında başımıza gelenleri de verdiğimiz tepkileri de abartıyoruz.  Televizyon ve sosyal medya bu alanda da bize maalesef kötülük yapıyor. Tabii bizim istememizle oluyor olanlar. Bu hastalıktan kurtuluş reçetesinde diğerkâm olmak ve kul olduğumuzun farkına varmak ilk sıralarda yer alıyor.

Ne Yapmalıyız? Nasıl Yapmalıyız?

Bilmeliyiz!

Bizi ilgilendirmeyen o kadar çok şey biliyoruz ki, bilmemiz gerekenlere ne zaman ne de fırsat kalıyor. Belâ ve musîbetlerle ilgili önce ne yapmalı sorusunun cevabı, bilmeli ve idrak etmeliyiz olacaktır. Yukarıda yazmaya gayret ettiğimiz belâ ve musibetler neden gelir konusunu tafsilatlı bir şekilde bilmemiz gerekir. Bilelim ki durmamız gereken yerde duralım. Haddi aşmaktan sakınalım.

Belki de bize gelen musibetler içerisinde en tehlikelisi âhireti unutacak kadar dünyaya bağlanmaktır. “Dünyada rahat yoktur” şeklindeki nebevi öğretiyi hiç aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. Hele büyük âile olarak inandığımız Ümmet-i Muhammed’in dünyanın dört bir yanında inim inim inlediği dönemde şahsi rahatı aramak gafletten başka bir şey değildir. Elbette bir gün huzur bulacağız. Ümmet huzur bulacak, dünyada ya da gerçek huzur diyârında.

Selâm ve duâ ile…