Ömer Seyfettin “Mermer Tezgâh” adlı eserinde Câbi Efendi tiplemesiyle bilmediği halde biliyor gibi davranan o ve onun gibilerin hem ilmine hem de irfanına dair dokundurmalarda bulunur.

Edirnekapısı eşrafından olan Câbi Efendi, Evinde pineklemez, her fırsatta kendini sokağa atar. Yegâne merakı ise “dünya ahvâlini tetkik” etmektir. Okur-yazar olmasına rağmen mahalle mektebinden diplomasını aldıktan sonra “mukaddes, gayr-ı mukaddes” hiçbir kitâba elini sürmeyen Câbi bunu iftihar vesilesi olarak görür. Kitapları “hakîkat”in üstüne gelişigüzel yığılmış birtakım zarif, süslü, kıymetli “kerpiçler” olarak niteler; Hakîkatin kitapta değil, hayatın kendisinde aranması gerektiğine inanır. Okunmaya lâyık olan hayattır. İlim, hikmet, hars, felsefe, irfan hep hayatın içinde gizlidir. Ona göre sözgelimi, elli senedir gezmekle bitiremediği İstanbul “bir milyon küsur sayfalı kocaman bir kitap”, sokaklarında, çarşı ve pazarında dolaşan her adam da ayrı bir kitap, ayrı bir cihandır. Câbi, denk geldiği büyük küçük herkese nasihatler vermekten geri durmaz, ilminden, irfanından herkesi nasiplendirir! Kütüphanelerin önünden geçerken küçümseyici bir tavırla, “işte nadanların akıl ambarı” diye içinden geçirir; ayrıca kitap gibi de gazete okumaz, “metelik tuzağı” olarak gördüğü “bu kâğıt parçalarının” baştan ayağa türlü yalanlarla dolu olduğunu iddiâ eder. Zîrâ o, “gözüyle görmediği hiçbir şeye inanmayan” bir adamdır.

Evinden çıkan Câbi, vapurla Üsküdar’a geçerken, güvertede Kızkulesi’ne gözü takılır. Elli senedir, her gün İstanbul’da seyahat ettiği halde Kızkulesi’ne gitmediğini fark eder. Acaba içi nasıldı? Kim yaptırmıştı? İçinde şimdi ne vardı? Türünden sorularla zihni meşgulken gidip işin hakîkatini yerinde görüp anlamaya niyetlenerek vapurdan iner.

Yürürken gözü bu kez bir marangoz dükkânındaki tezgâha takılır. Tezgâh mermerdendir. Marangoz tezgâhının kalastan olması gerektiğine inanan Câbi, bu duruma anlam veremez ve bunun mutlaka özel bir sebebinin olacağını düşünerek zihninden tahmin yürütür. Dükkânın mutlaka eskiden ya bir bozacı yahut bir muhallebici dükkânı olduğunu, sonradan gelen bu marangozun da tembelliğinden mermer tezgâhı değiştirmeye yeltenmediğini düşünür. Bu akıl yürütmenin sonu olmadığını fark edip birden “nasihat damarlarının kabardığını duyan” Câbi içeride tezgâhının başındaki ustayla tahmininde haklı olup olmadığını ve işin aslını astarını öğrenmek için sohbete koyulur. Ustanın yirmi senelik marangoz olduğunu, mermer tezgâhı kendisinin koydurduğunu, hünerine olan güveninden tezgâhı mermerden yaptırdığını, keserini bir defacık olsun kaçırmadığını hayretle dinler. Ancak Câbi, duyduklarından tatmin olmayarak:

Oğlum, bu senin elindeki mahâretinden değil!” der.

Ya neden?”

Düşüncesizliğinden…”

Düşüncesizliğimden mi?”

Evet.” Marangozun kaşları çatılır. Keserini mermer tezgâhın üstüne yavaşça bırakır. Suratını buruşturur. Hakâreti andıran bir tavırla Câbi’ye:

Ne bildin?”

Neden bileceğim? Biraz düşüncen olsa her vakit bu kadar dikkatli keser kullanamazsın.”

Benim düşüncem olmadığını ne biliyorsun? Ne olsa ben keserimi indirecek yeri bilirim. Hiç şaşırmam. Ben “sanatımın eriyim”. Haydi, bakalım, gevezelik yeter! Çek arabanı …” Ustanın tavrına fenâ halde bozulan Câbi, başı önünde dükkândan çıkar. Ancak kendi görüşünde ısrarcıdır. Her hadisenin sebebini arama illetinin yanı sıra bulduğu sebebi de bizzat muhatabına gösterip kabul ettirme illeti yine kendini gösterir. Câbi’ye göre işte bu “ahmak” da düşüncesizliğinin sonucu olan “yanılmaz dikkat”ini hünerine atfediyor, düşüncesizliğini de bir meziyet sayıyordu. Dişlerini sıkarak, tekrar işine koyulan ustaya kapıdan haykırır:

Usta, yarın dikkat et. Keserini tam yerine yapıştıramayacaksın. Mermer tezgâhını kıracaksın…” Bunu söyleyip ustanın cevabını beklemeden oradan ayrılır, civardaki dükkânlardan bu “mermer tezgâhlı marangoza” dâir malumat toplar. İsminin Ali Usta olduğunu, yeni evli olduğunu, oturduğu evinin yerini, elinin mahâretinin herkesçe bilindiğini ve bu hüneriyle şöhret sahibi olduğunu öğrenir. Bu övgüleri duyduktan sonra daha da hırslanan Câbi, ufacık bir düşüncenin en büyük bir dikkati bile iflas ettirdiğini bildiğinden, Ali Usta’ya mermer tezgâhını kırdırmak için işe koyulur. Kasaba girerek, kuzulardan bir tane satın alır. Kuzu pişince bir hamalla Ali Usta’nın evine yollanır. Kapıyı açan eşine, kuzuyu ustanın gönderdiğini söyleyerek teslim eder. Ellerini ovuşturarak oradan ayrılır ve ertesi sabah mermer tezgâhın kırıldığını görme umuduyla geceyi Üsküdar’daki handa geçirir. Akşam eve gelen Usta sofrada kuzuyu görünce nereden geldiğini sorar, karısı da onun gönderdiğini söyler.

Hayır, ben göndermedim!”

Sen göndermişsin” şeklinde karı koca arasında bir atışma başlar. Usta ağzına lokma koymadan sofradan kalkar, kuzuyu kimin gönderdiğini merak etmektedir. “Ömründe ilk defâ olmak üzere o gece uykusu kaçan” Usta, sabah namazını dâhi kılmadan dükkâna gider. Dalgındır, eline keserini alarak dünden kalan işine koyulur. Aklı fikri dün akşamki kuzudadır:

Kim gönderdi yarabbi, kim gönderdi, kim olabilir?” diye düşünürken kaldırdığı keseri indirince el kadar bir mermer parçası tezgâhtan kopup, yere fırlar. Tam o esnada arkasındaki kapıdan:

Geçmiş olsun usta!” diye seslenen Câbi’yi görünce büsbütün şaşırır.

Hani sanatının eriydin! Ne oldu böyle?” deyince Usta ağzını açamaz, sararır, dudakları titrer. Onu öyle görünce Câbi “düşüncesizliğin neticesi olan dikkatini bu âna kadar bir meziyet sayan” bu adama acıyarak:

Artık düşünme, o kuzuyu ben gönderdim.”

Sen mi?”

Evet.”

Niçin?”

Seni biraz düşündürmek için…” Sonra üşenmez, ona ayaküstünde, insanın “düşünen bir hayvan” olduğunu, dalgınlıkla bazen dikkat hassasını kaybettiğini, “yanılmaz keskin bir dikkat”in sırf “düşüncesiz hayvanlar”a mahsus bir haslet sayılacağını uzun uzadıya anlatır. Kapıdan çıkarken:

Haydi, oğlum, dünyanın nizâmını bozmaya kalkma. Marangozun tezgâhı kalastan olur. Şimdi kırdığın şu mermeri hemen kaldır. Yerine ahşap bir tezgâh koy!” Câbi Efendi haklı çıkmış olmanın verdiği gurur ve “nâdânın birine dikkatin hakîkatini öğretebilmenin” verdiği memnuniyetle Kız Kulesi’nin niçin deniz ortasına yapıldığını keşfetmek ve mutlaka bunun da asıl sebebini bulmak üzere yoluna kaldığı yerden devam eder.

“Tanıyan, bilen, vâkıf ve âşina olan, halden anlayan” gibi manalara gelen ârif, daha çok tasavvufta kullanılan bir terimdir. Ârifin bilgisine mârifet denir. Âlimin zıddı câhil, ârifin zıddı münkirdir.” Bir toplumun huzur ve sükûn içerisinde mevcudiyetini devam ettirebilmesi için o toplumun fertleri, birbirlerine saygı, sevgi ve kardeşlik duyguları ile sımsıkı bağlanmaları gerekir.

İnsanların birbirleri arasında kibir ve kendini beğenmeler, başkalarını hakir görmeler arttığı vakit aralarında sevgi bağlarının koptuğu, birbirlerine karşı samimi olmayan hatta kalplerinde kin, nefret, düşmanlık, küskünlük, kıskançlık gibi kötü huylar besleyenlerin çoğunlukta olduğu bir toplumda ne huzur ne kardeşlik ne de bereket olur.

Bu kötü huyların yerine muhabbet, ahlâk, fazilet, adâlet ve tevâzu gibi güzel huylarla gönüllerimizi ihyâ etmek zorundayız. Müslüman ahlâkı “ben” dilini hoş görmez. “Ben”i öne çıkartan söylemi şeytana atfeder.  Toplumumuzun egosu yüksek, “ben”lik girdâbına kendini kaptırmış kişilere olan tepkisi yersiz de değildir hani. Çünkü “ben” diye söze başlayan ve kendi yaratılışını daha üstün bulduğu için secde etmeyen İblis örnekliği söz konusudur.

Selâm ve duâ ile…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.