Allah Resulü (s.a.v.) hicretin ilk Cuma namazını Ranuna vadisinde kıldırdıktan sonra, inşâ edeceği bir medeniyetin-Medine İslam Devletinin temellerini şu sözleriyle atıyordu:

“Ey insanlar! Sağlığınızda âhiret için hazırlık yapınız. Biliniz ki kıyâmet gününde herkes yaptığından hesaba çekilecektir. Sizlerden her biri çobansız bırakacağı koyunundan sorumlu tutulacak. Sonra Rabbi ona tercümansız ve aracısız olarak şöyle diyecek: ‘Sana Resûlüm gelip de emirlerimi tebliğ etmedi mi? Ben sana mal mülk verdim, pek çok iyiliklerde bulundum. Ya sen kendin için âhiret azığı olarak ne getirdin?’ Bu soruyla karşılaşan şahıs sağına soluna bakacak ancak hiçbir şey göremeyecek. Önüne baktığında ise cehennemi görecek. Öyleyse yarım hurma ile dâhi olsa cehennemden korunmaya çalışınız, onu da bulamayan güzel bir sözle kendisini kurtarmaya baksın. Zîrâ bir hayır için on katından yedi yüz katına kadar sevap verilir.”

Cüneyt SUAVİ, “Hayatın İçinden” adlı kitabında kendimizi kurtarmak için, geçti artık dememek için kâbus dolu şu hikâyeyi anlatır bizlere:

Çocukluğumdan beri dar mekânlardan sıkılır ve bu tür yerlerden feryat edercesine uzaklaşırdım. İleri yaşlarda bunun bir hastalık olduğunu anlamış, fakat bu illetten bir türlü kurtulamamıştım. Oysaki o dar mekânlara, şimdi ister istemez girecektim. Beni sarıp sarmalamışlar ve uzunca bir tabuta yerleştirmişlerdi. Çevremde dolaşanların sesini gayet iyi duyuyor ve gözlerim kapalı olmasına rağmen, her nasılsa onları duyabiliyordum. “Genç yaşta öldü zavallı,” diyorlardı. Hâlbuki yapacak ne kadar çok iş vardı. Gerçekten de birçok işim yarım kalmıştı. Meselâ oğluma iyi bir iş yeri açamamış, araba ile renkli televizyonun taksitlerini henüz bitirememiştim. Büyük bir firma kurup dostlarımı orada toplamak artık hayal olmuştu. Üstelik kış çok yaklaştığı hâlde odun-kömür işini halledememiş ve çatının akan yerlerini kapatamamıştım. Yarıda kalan işimi arka arkaya sıralarken, kulaklarımı çınlatan bir sesle irkildim. Sanki mikrofonla söylenen bu ses beynimin en ücrâ köşelerinde yankılanıyor ve: “Geçti artık geçti,” diyordu. İçimden: “Keşke geçmemiş olsaydı” diyordum. Nereden başıma gelmişti o kaza bilmem ki? Hâlbuki ne kadar da iyi araba kullanırdım. Olup bitenleri hatırlamaya çalışırken, dostlarımın çevremi sardığını ve içinde bulunduğum tabutun kapılarını örtmeye çalıştıklarını fark ettim.

Onları engellemek için avazım çıktığı kadar bağırmak ve çırpınmak istediğim halde ne kımıldayabiliyor, ne de bir ses çıkartabiliyordum. Biraz sonra koyu bir karanlıkta kalmış ve gözlerimi, tabutun tahtaları arasından sızan ışığa çevirmiştim. Dehşet içinde:

Aman Allah’ım! Ne olacak şimdi hâlim?” Korkudan hiçbir şey düşünemiyordum. Bu arada omuzlara kaldırılmış ve sallana sallana götürülmeye başlanmıştım. Dışarıdaki seslerden yağmur yağdığı belli oluyor ve su damlacıklarının sesi, tabutumun gıcırtısına karışıyordu. Cenâze namazı için camiye gidiyor olmalıydık. Cami deyince aklıma gelmişti. Çok yakınımızda olmasına ve her gün 5 defâ dâvet edilmeme rağmen, bir türlü vakit bulup gidememiştim. Ama her zaman söylediğim gibi 50 yaşına gelince namaza başlayacak ve herkesin şikâyet ettiği kötü alışkanlıklarımı terk edecektim. Evet, evet, şu kaza olmasaydı, ileride ne iyi insan olacaktım. Daha önceden duyduğum ve nereden geldiğini kestiremediğim ses:

Geçti artık geçti.” diye tekrarladı. “Bitti artık.” Biraz sonra namazım kılınmış ve omuzlara kaldırılmıştım. Mahallemizdeki kahvehânenin önünden geçerken, her gün iskambil oynadığımız arkadaşların neşeli kahkahalarını işitiyor ve:

Herhalde ölüm haberini duymamış olacaklar” diye düşünüyordum. Sesler iyice uzaklaştığında, eğik bir şekilde taşındığımı hissederek mezarlığa çıkan yokuşu tırmandığımızı anladım. Şiddetle yağan yağmurun tabutumdaki çatlaklardan sızarak kefenimi yer yer ıslattığının da farkındaydım. Buna rağmen dışarıda konuşulanlara kulak verdim. Dostlarımın bir kısmı piyasadaki durgunluktan bahsediyor, bir kısmı da milli takımın son oyununu methediyordu. Tabutumu taşıyan diğer biri ise yanındakinin kulağına fısıldayarak:

Rahmetlinin tersliği öldüğü günden belli,” diyordu.

Sırılsıklam olduk birâder!” Duyduklarım herhalde yanlış olmalıydı. Yoksa bunlar, uykularımı onlar için fedâ ettiğim dostlarım değil miydi? Yolculuğum bir müddet sonra bitmiş ve yere indirilmişti. Kapak tekrar açıldı ve cansız vücudumu yakalayan kollar, beni dibinde su toplanmış olan çukura doğru indirdi. Boylu boyunca yattığım yerden etrafıma baktım.

Aman Allah’ım, bu kabir değil miydi?” O ana kadar buraya gireceğimi neden düşünmemiştim? Sessiz feryatlarımı kimselere duyuramıyor ve dostlarımın, üzerimi örtmek için yarıştığını hissediyordum. Tekrar zifiri karanlıkta kalmış ve bütün âcizliğimle duâ etmeye başlamıştım.

Yarabbi! diyordum. “Bir fırsat daha yok mu, senin istediğin gibi bir kul olayım? Ve kabrimi, Cennet bahçelerinden bir bahçeye çevireyim?” Aynı ses, her zamankinden daha şiddetli olarak:

Geçti artık geçti” diye tekrarladı. “Her şey bitti artık.” Mezarımı örten tahtaların üzerine atılan toprakların çıkardığı ses gök gürültüsünü andırıyor ve bütün benliğimi sarsıyordu. Son bir gayretle yerimden fırlayarak gözlerimi açtım. Odamdaki rahat yatağımda yatıyor, fakat korkunç bir kâbus görüyordum. Bitişik dâirede oturan doktor arkadaşım beni ayıltmaya çalışarak:

Geçti artık geçti” diye bağırıp duruyordu. “Geçti bak hiçbir şeyi kalmadı.” Yattığım yerden yavaşça doğruldum. Terden sırılsıklam olmuş ve sanki 20 kilo birden vermiştim. Dışarıda sağanak hâlinde yağmur yağıyor, şimşek ve gök gürültüsünden bütün ev sarsılıyordu. Etrafımdakilerin şaşkın bakışları arasında kendimi toparlamaya çalışırken:

Yarabbi, sana zerrelerim adedince şükürler olsun. İyi bir kul olmak için ya bir fırsat daha vermeseydin!” diyordum.

Ne dersiniz dostlar! Rabbim bu kurban günlerinde özel ve genel yaşam alanımızda gerçekleştireceğimiz infakları inkılaplarımıza mîlad kılsın inşallah. Ve geçti artık demeden, iyi bir kul olmak için bu fırsatı verdiği için Rabbimize sonsuz hamd etmeye değmez mi?

Selâm ve duâ ile…