Köleyken demirci ustası olan, daha sonra îman ettiği anlaşılınca akla hayâle gelmeyecek işkencelere mâruz bırakılan, ağır imtihanlardan başarıyla geçen, Efendimize (s.a.v.) ittibâ etmede zerre kadar tâviz vermeyen çok güzel bir Müslüman, güzel bir sahâbi: Habbab b. Eret.

Karşılaşmış olduğumuz en küçük sıkıntıda âhû-vah edip değerlerimizden vazgeçmeyelim. Karşımıza çıkan en küçük bir menfaatte îmanımızdan, itikâdımızdan tâviz vermeyelim. “İnsanlar üzerine zaman gelecek kişinin dinin de sabretmesi bir ateş korunu, ateş topunu tutması gibi zor olacaktır.” buyuruyor iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.).

Her şeyin insanı îmansızlığa, insanı maddeperestliğe, dünyevileşmeye, dünyanın arzu ve isteklerine sürüklediği dönemde Habbab b. Eret (r.a.) gibi seçkin sahâbelerin hayatının bilinmesine, seslerinin duyulmasına çok daha fazla ihtiyacımız var. Efendimiz (s.a.v.) “Kıyâmete yakın zamanda karanlık geceler gibi fitneler olur. Kişi o zaman akşamleyin mü’min, sabah kâfir olur. Sabah mü’min, akşam kâfir olur.” Yâni îmanının varlığıyla yokluğu arasında çok umursamaz bir hâl içerisinde bulunur. Îman etmekle etmemek; îman dâiresine girmek ve çıkmak... Onun için neredeyse aynı hâle gelir; eşit hâle gelir.

Efendimiz (s.a.v.) devamında buyuruyor ki; “Kişi bu dönemde dinini; azıcık birdünya menfaatine, dünya malına karşılık satar.” Allah menfaat karşılığında, mal karşılığında, dünya yararları karşılığında dinini satanlardan olmaktan muhafaza etsin bizleri.

Habbab (r.a.), Arabistan topraklarında yetişmiş; ama küçük yaştayken kabilesine baskın yapılmış, altılı yaşlarda köle olarak esir pazarlarında satılmış genç bir çocuktu. Ümmü Emmar diye Mekke’nin zengin kadınlarından bir tanesi köle pazarına çıkmış, satın alacak kölelere bakarken Habbab’ı da satın alıp kölelerinin arasına katmıştı. Daha sonra Ümmü Emmar, Habbab’ı demirciliği öğrensin diye bir demircinin yanına çırak olarak vermişti. Kısa sürede fizîken gelişen, büyüyen, serpilen Habbab; demircilik sanatını da fevkalâde öğrenmişti.

Bir müddet sonra kendisine müstakil bir demirci dükkânı açıldı. Ümmü Emmar’ın hesabına çalışıyordu. Demircilikle meşgul olurken ona da Efendimizin (s.a.v.) mesajı ulaştı. Kendisinden önce îmanla henüz beş kişi müşerref olmuştu. Habbab’ın altıncı Müslüman olduğu rivâyet edilir. Habbab hidâyet nuruyla nurlanıp îman ettikten sonra, îman ettiği hareketlerinden, davranışlarından, gidişinden, gelişinden anlaşıldı. Durumundan şüphelenen Efendisi, oğlunu da yanına alarak yolda karşılaştığı mahallenin gençlerinden birkaç tanesi ile berâber dükkâna geldi: “Senin de o yetimin peşinden gittiğini duyuyoruz. Muhammed’in yoluna girdiğinden şüpheleniyoruz. Var mı böyle bir şey?” diye sordu. Habbab; hiç saklamadı, gizlemedi. “Ben, bu putlarda bir yarar olmadığını, taştan, topraktan yapıldıklarını, kendilerine bir fayda ve zarar vermekten bile âciz olduklarını, insanlara nasıl tanrı olabileceklerini sorgulayanlardanım. Bende ‘Lâ İlâhe İllallah Muhammedü’r Rasulullah’ diyenlerdenim. Allah’tan başka yaratan, yaşatan, rızık veren, ibâdete layık yoktur. O’nun mesajlarını bize ileten elçi Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.) diyenlerdenim.” deyince üzerine saldırdılar. Ona eziyet ettiler, işkence ettiler. Ama keşke işkenceler sadece dükkânın içinde olup bitenlerden ibâret olsaydı. İşkenceler işkenceleri takip etti. Demirden bir zırh giydirip 50 dereceyi bulan Mekke sıcaklarında zorlu çöl ikliminde güneşin altında saatlerce bırakıyorlar, Habbab’ın, demirden zırhın içerisinde neredeyse pişmesini izliyorlardı. İnkâr etmesini istiyorlardı. Habbab’tan duyulan, Bilal’den duyulanın aynısıydı: “Lâ ilâhe İllallah Muhammed’ür Rasulullah” , “Allah bir! Allah bir!”

Öyle işkenceler ediyorlardı ki; taşların üzerinde ateş yakıyorlar, -neredeyse kor hâline geliyor o taşlar- üzerlerinden elbiselerini çıkartıp o korların üzerine çıplak vücutlarını yatırıyorlardı. Diyor ki “ateşe değince, vücudumuzdan çıkan yağlardan ‘cız’ diye sesler geliyordu.”

Böyle vahşice işkence ediyorlardı.

Habbab da vefât etti; işkence yapanlar da vefât etti. İnsan, hayatı sonsuz mu zannediyor. “Mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara işkence edip de sonra tövbe etmeyenler var ya, işte onları cehennem azabı, yakıcı azap beklemektedir.” (85/10) İnsan her yaptığının, baktığının, tuttuğunun, yediğinin, içtiğinin... hesâbını vereceği bir günün geleceğini unutursa yakıcı azab onu bekleyecektir.

Ümmü Emmar demiri ateşte iyice kırmızı hâle gelinceye kadar bekletip onu Habbab’ın başına sürüyor, başını dağılıyordu. O kıpkırmızı demirlerle yakıyordu. Habbab ses çıkarmıyordu, çıkaramıyordu da zaten…

Aradan yıllar geçti. Habbab bu işkencelerden kurtuldu ama kadının başına bir müddet sonra şiddetli bir ağrı isâbet etti. O zamanki imkânlarla hekim hekim gezdiği ama ağrısını teskin edemediği, sakinleştiremediği ve bir hekimin kendisine: “Eğer başı dağlanırsa acısının hafifleyeceğini” tavsiye ettiği ve Habbab’a kendisinin işkence olsun diye yaptığı gibi, acıdan kurtulmak için kendi başını dağlattırdığı, dağlana dağlana öldüğü rivâyet edilir.

Allah’ın (cc.) zâlimlerden intikam almaya gücü yetmez mi?

Nemrut tanrılık iddiasındaydı. “İbrahim’in tanrısını gösterin bana. O’nu ben bulup öldüreceğim” diye dalga geçiyordu. Burnundan giren bir sineğe mağlup oldu; helak oldu. Hangi zâlim, Allah’ın kudretinin yanında bir kudret sahibi olabilir? Allah’ın vermiş olduğu geçici imkânları, geçici fırsatları, geçici yetkileri, geçici mal, mülk, makam, mevki... geçici olan dünyalıkları Allah’ın rızâsı dışında kullanırsa insan; yarın hesabı nasıl verir? Allah’ın huzuruna nasıl çıkar?

Aradan 20 yıl kadar geçtikten sonra hilâfeti döneminde Hz. Ömer, Habbab’tan işkenceleri anlatmasını isteyince, anlatmak istemedi. Hz. Ömer sırtını açtı ve sırtını görenler hayretler içerisinde kaldılar. “Bu zamana kadar böyle işkence edilmiş başka bir sırt, başka bir vücut görmedik.” dediler. Oyuk oyuk izler kalmıştı bu dönemdeki işkencelerden. Rabbim “Allah” demekten vazgeçmemişti. “Lâ İlâhe İllallah” demekten vazgeçmemişti. Allah bizi altından kalkamayacağınız imtihanlarla imtihan etmesin. İmtihanlarla karşılaştığımız zaman da sabredenlerden ve kazananlardan olabilmeyi nasip eylesin.

Aradan yıllar geçti. Efendimiz (s.a.v.) dünyasını değişti. Hz. Ebubekir dünyasını değişti. Hz. Ömer, Hz. Osman döneminde yaşadığı; Hz. Ali döneminde vefat ettiği, cenâze namazını Hz. Ali’nin kıldırdığı rivâyet edilir.

Vefât etmeden önceki yıllarda “Ben unutmamalayım, ben kölelikten bugünlere gelen bir insanım. Kazancımı paylaşmalıyım.” anlayışı ve “Ben bu dünyaya yığmak, biriktirmek için gelmedim.” kanaati, îmânı ve şuuruyla evinin bir köşesini, bir odasını müstakil hâle getirdi. Dışarıdan bir kapı yaptırdı. Raflar yaptı ve üzerine paralar koydu. “Allah rızâsı için kimin ihtiyacı varsa hiç sormadan dışarıdan açılan kapıdan gelsin, girsin içeriye. İhtiyacı olduğu kadarını alsın ve gitsin.” dedi.

O raflardan para hiç eksik olmadı. Habbab, kazandığını dağıtıyordu. Allah’ın verdiğini o da başkasına veriyordu. Çünkü Allah (cc.) verelim diye, dağıtalım diye veriyor bize. Allah (cc.), Habbab’ın Hayır Odasından, güzel ahlâkından güzellikler taşıyabilmeyi nasip etsin bizlere ve hayatımızı onların hayatına benzetsin…(diyanethaber.com.tr)

Selâm ve duâ ile…