“Gökler, yerler ve onların üzerinde bulunan her şey, eninde sonunda yok olup gitmeye mahkûmdur.” “Sınırsız kudret ve ikram sahibi olan Rabb’inin yüce Zatı ise ebedîdir, sonsuzdur. Diğer varlıklar, ancak O’nun lütuf ve rahmeti sayesinde varlığını sürdürebilirler.” “Şu hâlde, ey insanlar ve cinler, Rabb’inizin hangi nîmetini inkâr edebilirsiniz?”

Feridüddin Attar’ın meşhur Mantıku’t Tayr (Kuşların Dili) adlı eserinde anlatılan bir hikâyede bütün kuşlar bir araya gelip Hüdhüd’ün liderliğinde kuşların kralı Simurga gitmek üzere manevi bir yolculuğa çıkarlar. Türlü nazlanmalar, çeşit çeşit kaprisler ve olmadık sınavlar eşliğinde yapılan bir seyrü-süluk başlar. Yol çetindir ve her bir kuş kaytarmak için kendi meşrebince bir bahâne öne sürmenin peşindedir. Ölümden korkan da vardır, altın-gümüşe bayılan da. Kuşlardan birinin bahânesi ise gariptir:

▬ Ey Hüdhüd, ben ömür boyu keder içinde yaşadım. Mahzun ve dertliyim. Bu dertler beni iş bilmez ve beceriksiz yaptı. Bu yolu gözüm kesmiyor.” dediğinde Hüdhüd:

▬ Dertli olmanın mânevi açıdan neresi kötü? Hüzün ve keder ne zamandan beri seyrü-süluk için sakıncalı? İş bilmezlik ve gam nasıl olur da mânevi bir yolculuğa mâni olur? Hele ki, gaybda bulunan bir sevgili-kral huzuruna çıkmak üzere yapılan mânevi yolculuk için hüzün ve keder tam da gerekli mühimmat değil midir? Dahası biz doğulular hüzün sever değil miydik?” Hüdhüd, bizimle aynı fikirde olmamalı ki, bu şaşkın ve kederli kuşu bir güzel paylar ve:

▬ Ey şaşkın ve dîvâne kuş. Baştan ayağa melankolik (sevdalı) olmuşsun.” der. Kuş:

▬ Ama Sayın Hüdhüd, niçin böyle çıkışıyorsunuz? Melankoli ve mâneviyat arasında bir irtibat kurulabilir, diye düşünüyorduk biz en azından.” Hüdhüd bu noktada bize hüzün hakkında, âriflerin, mâneviyat ustalarının, sırat cambazlarının, nefs terbiyecilerinin müfredatından bir ders verir:

▬ Bu dünyada murada ermek de erememek de geçicidir. Çünkü her şey bir solukta geçip gidiyor. Bak ne diyeceğim: Mademki dünya durmuyor ve geçip gidiyor. Sen de ondan geç yahu. Sana bakmıyor mu, sen de ona bakmayıver. Fâni olan dünyaya gönül verenin, gönlü ölüdür. Ha bir de şu var: Bu dünyada elde ettiğin nimetler yok mu? Var. Onları hatırlamıyorsun ama zahmetleri, mahrumiyetleri, sınavları hatırlıyorsun. E be kardeşim, bu dostluk mudur? Hakk’a karşı vefâ mıdır? Revâ mıdır?” Çok açıktır ki Hüdhüd’ün dünyasında bu türden bir sevda makbul değil. Çünkü bu, dünyaya dâir bir kaybın, bir yaranın, bir mahrumiyetin eseri. Dünya için üzülmeye değmeyeceğini düşünen Hüdhüd, çekiver kuyruğunu gitsin demeye getirir. “Kederlisin, çünkü hırslısın,” demiş de oluyor.

Aynı Hüdhüd, biraz da methederek, aşk derdine düşenin başının kederden kurtulamayacağını, aşkın aşığı perişan ettiğini, onun canına talip olduğunu, kanını döktüğünü söylemiş olmasaydı eğer, hüznün her türüne toptan karşı olduğu sonucuna varabilirdik. Oysa Hüdhüd’ün dünyasında bir, Hak aşkının doğurduğu ve aradaki mesâfenin habire tahrik ettiği hüzün vardır ve bu makbuldür (Mantıku’t-Tayr’da buna dâir örnekler de var); bir de, son tahlilde dünyevi olan bir kazançtan mahrumiyetin doğurduğu bir hüzün vardır ve bu yakışıksızdır, münâsebetsizdir.

Bir İngiliz’in, Kuzey Afrika’da karşılaştığı bir derviş topluluğu hakkındaki şu ifadesini hiç unutmayın: “Ölçülü bir neşe içindeydiler.”

Yine Kuzey Afrikalı bir kılavuz olan Udde bin Tunus dervişânına, “Evet, öyleyiz” demeleri cevabını almayı umarak, sıkça su soruyu sorar: “Mutlu musunuz?”

Yavuz Sultan Selim Han’a âit olan;

Gamına gamlanıp olma mahzun;

Demine demlenip olma mağrur.

Ne gam bâki ne dem bâki;

Hüve’l Bâki Hüve’l Bâki.” aslında bizlere yukarıdaki anlatılanları özetler.

Öyle değil mi ne gam bâki ne de bu dem? Rabbimizin başımıza getirdiği bunca hayırlı olaylar sebebiyle O’ndan gelecek her türlü lütuflara muhtacız. Hani memleketinden uzakta bir başına kaldığında o kızların (Şuayp Peygamberin kızları) hayvanlarını suladığında bu gamın kalıcı olmadığına inanan Hz. Musa gibi; “Bunun üzerine Mûsâ onların koyunlarını suladı. Sonra gölgeye çekilip, ‘Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacım,’ dedi.”

Selâm ve duâ ile…