Bir kimsenin kullandığı dil ve üslûp, onu hayatta başarılı kılabildiği gibi hüsrâna da uğratabilir. Hattâ kişinin dilini muhafaza etmesi, Cenneti elde etme vesîleleri arasında zikredilmiştir. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), şöyle buyurur: “Kim Bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iffet ve nâmusunu koruma sözü verirse, ben de ona cennet sözü veririm.”

Yüz sene önce aziz milletimizin beşerî coğrafyasını işgal eden müstevlilerin bıraktıkları enkazın şehir mîmârimizin dokusunu bozduğu, bize âit müziğin yabanlaştığı, estetiğin bize âit olmadığı, duâlı dilimizi bile bize unutturmaya çalıştığını görüyoruz. İlim-irfan berâberliğinin tahrip edildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz. Neden mi? Buyurun birlikte bakalım.

“Bismillâh” ile başlarlardı hayatımız ve her işimizin başı.

“Eyvallâh” dilimizin pelesengi idi…

“Hû, Hû” diye seslenirdik komşumuza...

“Hayy”dan gelip “Hû”ya giderdik…

“Hayy, Hayy” Efendim! diye kabul ederdik misâfirlik ve diğer teklifleri…

“Allah’a ısmarladık”, “Allah’a emânet ol.” diye bir yerden ayrılırken, geride kalanları Allah’a emânet ederdik. “Çüüz, bye bye” yokken hayatımızda... “haydi ben kaçtım”, “ba bay”, “çaaaav” der olduk.

“Allah, Allah, Allah,” diyerek şehâdete koşardık Tuna boylarında…

“Ya Allah, bismillah, Allah û ekber” diyerek giderdi polisimiz, askerimiz, ana kuzuları hududu beklemeye…

“Allah Allah”, “Sübhanallah”, “Allâh û ekber” idi hayretlerimiz. Şimdilerdeki gibi “Vaaaauuv” diye ya da “ohaa” diye gayri edebî çığlıklar atmazdık.

“Tövbe estağfurullah” “fesubhanallah” zikri anlatırdı kızgınlığımızı. “Aman Allah’ım” derdik “oh my god” girmeden dilimize…

Günah işlediğini gördüğümüz kimselere “Allah affetsin”, “Allah hidâyet etsin” diye duâ ederdik kurtulması için şimdi lânet okur olduk.

Bir işle uğraşanlara “Allah kolaylık versin!” derdik, şimdi “kolay gelsin!” der olduk.

Sevindiğimizde “elhamdülillah” der şükrederdik, şimdi “olleeeyyy” der olduk.

“Salavat” ya da “Estağfirullah” anlatırdı bâzen yanlış bir iş yapıldığını… 

“La havle Velâ kuvvete illâ billâh...” Sonlandırırdı cümlemizi…

Başımıza bir musibet geldiğinde “Allah’ın dediği olur!” der başımıza gelenleri hatalarımızda arardık, şimdi “hay aksi!” “Bu da nereden çıktı!”, “beni mi buldu!” “Bittim!”, “yandım”, “mahvoldum!” diyerek hatalarımızı görmez olduk.

Kötü bir şeyden bahsederken “Allah esirgesin”, “Allah muhâfaza eylesin” belâ gelmeden önlemini alırdık, şimdi “kapa şom ağzını!”, “pis çeneni” der olduk...

İşe gidenlere “Allah işini rast getirsin”, “şu kapıdan haram lokma girdirmeyesin!” derdik, şimdi “helal-haram önemli değil gelsin, bol kazançlar!” der olduk.

Bize iyilik yapana “Allah râzı olsun”, “Allah ne murâdın varsa versin!” diye daha fazlasını Allah ona versin duâ ederdik, şimdi “sağol, sağol! Hıh bunda ne var?” der olduk.

Sınava girecek olanlara “Allah zihin açıklığı versin!”, “Rabbim hayırlısını versin!” derdik, şimdi “başarılar!” der olduk.

“Neûzubillah” çekmek idi istemediğimiz bir şey görünce zikrimiz… “Hay Allah” iyiliğimizi vermeye devam edeydi der idik, “Lânet olsun, Allah belânı versin” der olduk…

Yeni evlenenlere “Allah bir yastıkta kocatsın!”, “Dâreyn saadetleri” dilerdik, şimdi “yandın”, “ayvayı yedin”, “rahat battı” der olduk.

Geleceğe dâir planlar yapılırken “inşallah”, “Allah kısmet ederse” derdik, şimdi sanki gelecek bizim elimizdeymiş gibi, “yapıyorum, yapacağım, olacak” diye fütursuzca konuşur olduk.

“Maşallah, Allah Allah İllallah, Muhammeden Resulullah” sonrası derdik alkışlarla er meydanına çıkan yiğitlere…

“Ya sabır” öfkemizin ilacı idi…

“Hasbünallâhü ve ni’mel-vekîl!” diyerek Allah’ı “vekil” ederdik çâresiz kalınca… “Offfff çok kötü yaaa” demek yerine…

“Ya Şâfi” dokunurdu yaramıza merhemden evvel…

“Hak’ka yürürdük” ölmezdik biz…

Ölülerimizi kaybetmezdik ya vefât ya da “Hakk’ın rahmetine kavuştu” derdik.

“İnna lillah…” âyeti teselli ederdi geride kalanları…

“Bu da geçer ya hû!”, “Vazgeç ya hû!”, “Hoş gör ya hû!” hatları süslerdi iş yerleri ve evlerimizin duvarlarını, psikiyatrik ilaçlar dünyamıza girmeden…

Babalarımız, analarımız, “Yavrum yere bak!” derdi, hikmetini şimdi anlayabiliyoruz. “Yavrum burnun ne de çok büyüdü!” demekle “Mağrurlanma hünkârım, senden gayri Allah var” ifâdesini formüle etmişlerdi. Ecdâdımız, kurduğu cihan devletlerinin yanında bize zarâfet, nezâhet ve kadirşinaslığı bıraktı. Medeniyet tasavvurundaki derûnî dünyadan çok şey öğreniyoruz, ama maalesef bâzısını anlayamamışız.

Olmak için bilmek gerekir; bilmek ise, olmak için olmalıdır. İlmiyle olanlara ne mutlu!

Velhâsılı kelâm! “Eskiden yaşarken zikrederdik, şimdi zikrederken bile o hâli yaşamıyoruz/Yaşayamıyoruz.”

Yani, komşu komşuya seslenirken bile, arkadaşlarımızla dostlarımızla konuşurken bile zikr ederdik biz, zikr ederdi dillerimiz.

Sözlerimizden “Allah” sözcüğünün çekilmesi, artık hayata Müslümanca değil seküler bir mantıkla baktığımızı ele veriyor.

Sözlerimizden “Allah” kelimesinin çekilmesi, bir zaman sonra hayatımızdan da bereketin kaybolmasına yol açtı maalesef.

Şimdilerde mutluluğu “Allah’tan gayrı şeylerde” arar olduk, ama beyhude!

Ne diyelim? “Allah sonumuzu hayreylesin!”

Batı dünyâsına zebün olup diz çöküşümüz, sâri hastalık gibi, ne de çabuk iliğimize kemiğimize işlemiş bulunuyor. Bâhusus, bu illet millî kültür zırhı giymemiş zümreler arasında kendine zemin bulup nasıl da kolaylık ve şuursuzca bir süratle yayılabiliyor.

Bir millet, târihi, medeniyeti, dîni, irfânı, ananesi ile bir bütün olduğuna göre, bu kaleden taş düşürmek demek, o kalenin burcunu bârûsunu ören diğer taşların da gevşeyip birer birer yerlerinden oynaması ve âkıbet koca kalenin yıkılması demektir.

Bir kere çözülmeye imkân verilmeye görsün... Arkasından dil gider, târih gider, örf gider, din gider ve bir milleti millet yapan binlerce yıllık o medeniyet ordusunun bütünü gider.

Bu çözülüşü önlemek için onlara güç, onlara hız, onlara şevk ve onlara İslam kültür ve medeniyetini yeniden bulup gösterirsek, bu îman orduları yine uçar, yine taşar, yine coşar...”

O güzel hallerimize tekrar dönmemiz ve yaşamamız dileği ile...

      Selâm ve duâ ile…