Deler ki; Züleyhâ Mısır Sarayında yanına köle olarak aldığı, büyüyüp serpilince göz koyduğu Hz. Yusuf’a ahlaksızlık teklif edince, kötülük yapmasını, nefsinin arzu ve isteklerine uygun davranmasını tavsiye ve teklif ederken odasının köşesinde duran putunun üstünü bir örtüyle örter. Ondan sonra kötülük ve ahlaksızlık teklifini yapar. Elbette Hz. Yusuf, Rabbinin muhâfazasıyla bu teklife asla meyletmez ve asla o tarafa bakmaz. Ancak Züleyhâ’nın cansız, hareketsiz, bir fayda veremeyen, kendisine gelecek bir zararı def edemeyen bir putunun üstünü bile örtme ihtiyacını duyması. Yâni bir nevi hâyâ kırıntısı taşıması bize bir şeyler anlatıyor/söylüyor değil mi? Putu, cansız putu, utandığından dolayı üstünü örtüpte günâh işlemeye yeltenen Züleyhâ aslında fütursuzca günah işleyen biz fâcir kullara şöyle seslenmiyor mu? “Ey İnsan! Ey Müslüman! Senin îman ettiğin Allah cc﴿, gündüz görür, gece görür, yalnızken görür, kalabalıkken görür, şehirde görür, köyde görür, dağ başında görür, her zaman ve her yerde görür. Günâh işleyeceğin zaman iyi düşünmelisin, yanlış yapacağın zaman iyi hesaplamalısın, Allah’la cc.﴿, seni görmesine engel aracılar, örtüler, engeller koyamayacağına göre, O’nun yüzüne bakamayacağın, huzuruna çıkamayacağın bir çirkinlikle bir günâhla, bir yanlışla asla O’nun huzuruna, mahşere gelmemelisin.” günah işleyeceğin zaman etrafını iyi kontrol et. Bulabilirsen kimsenin olmadığı yerde mâsiyetini işle ama öyle bir yer de yok. Boşuna yorulma… Bu minvalde şu hikâyede bize aynı şeyleri anlatmıyor mu?

Bişr-i Hâfî zinâ ettiği için Bağdat Meydanı’nda kamçı yiyen bir delikanlıyı seyreder. Delikanlı, ahâlinin içinde kamçıyı yer ama sanki helva yemektedir, yüzünde hiçbir hoşnutsuzluk, olumsuzluk, hüzün yoktur. Yaklaşır ve sorar delikanlıya Bişr-i Hâfî:

▬ Evlâdım, bu kamçıyı yiyen at bile bağırıyor, sana ne oldu ki, sen nasıl bir eğitimden geçtin ki gıkın bile çıkmıyor? Sen Abdülhey misin?” (Abdülhayy, diri, ezeli, ebedî, ölümsüz hayat sahibi) Delikanlı der ki:

▬ Beybaba! Sevgilim şu kalabalığın içinde beni görüyorken ben, eğer feryat edersem, ona, senin yüzünden acı çekiyorum demiş olurum ve onu üzerim. Onu üzmektense ben burada ölmeyi yeğlerim.” der. Hâfî:

▬ Pekî evlâdım, aşkta böyle olur, tamam da… O kızın seni görmesi bu kadar mühimken, sen bunu bu kadar önemsiyorken, âlemlerin Rabbi seni gördüğü hâlde bu günâhı nasıl ve neden işledin?” deyince çocuk bir iki saniye düşünür ve “Allah” diyerek ruhunu teslim ederek düşer yere. Çünkü Bişr-î Hâfî’nin sözünde süs, süsleme yok, edebiyat, laf ebeliği, teğanni yoktur. Atışını tam isâbetle kalbine yapıyor ve hedefi tâbiri câizse on ikiden vuruyor.

Şunu asla unutmayın; “Kalpten çıkan kalbe gider, ağızdan çıkan kulaktan döner!”

Huzur, ruhun özgür ve bağımsız olmasındadır. Dünyanın kementlerinden (bağlarından), esâretinden kurtulmasındadır. Kul, o zaman gerçek lezzetleri tadar, sevgi ve muhabbetle dolar.

Sakızadalı Osman Nevres:

Nevres selîm ü pâk gelip gitmedir hüner.

Yoksa cihâna günde bin âdem gelir gider.

[Gelip gitmek bir şey mi? Onu herkes yapıyor zâten. Hüner geldiğin gibi temiz gidebilmektir.] [Bu dünyaya geldiğin gibi temiz ve güzel gelip gitmektir mârifet; yoksa bu köhne değirmene günde binlercesi gelir, gider.] Öyle ya, tertemiz gelmemiş miydik dünyaya. Geldiğimiz gibi gidememek ne büyük hüsrandır.

Yâdında mı doğduğun anlar,

Sen ağlardın gülerdi âlem!

Öyle bir ömür sür ki mevtin,

Olsun sana hande, halka mâtem.

Dünyaya geldiğinde ağlıyordun ya! Herkes de gülüyordu, oğlumuz/kızımız oldu diye. Bak, ömrünün sonuna gelmek üzeresin. Öyle yaşa ki, sen giderken insanlar ağlasın da sen gül. Son gülen iyi güler. Son gülmek, ölürken gülmektir; yoksa diğer bütün gülmekler sondan bir öncedir.

Yaptığımız hatalarda, kusurlarda, günahlarda Allah’ın bizi gördüğünü asla aklımızdan çıkarmadığımız ve dünya bağlarından kurtulduğumuz zaman hem dünya hem âhiret hayatımız çok daha güzel olacaktır.

Selâm ve duâ ile…