Mevlânâ, her bir dostlukta bir sığırın, bir kuşun, bir kurbağanın simgesini bulur. O, her hikâyeyi bir ders olarak sunar; her sembolü bir uyanışa çağırır. Çünkü doğru dostluklar insanı yükseltirken, yanlış dostluklar ise insanı felâkete sürükler. “Dostunun cinsine dikkat et!” der Mevlânâ; çünkü ruhun kimliği, yanındakiyle şekillenir.
Hz. Ali’nin yanına telaşla bir kadın gelir ve:
— Ya Ali! Çocuğum damdaki oluğun üstüne kaydı. Çağırsam ele geçmez, bıraksam düşüp helâk olacağından korkuyorum. Akıllı değil ki tehlikeden kurtul, yanıma gel diyeyim de anlasın. Elle işâret etsem anlamaz, anlasa bile sıkıntı şu ki dinlemez! Göğsümü, sütümü gösterdim ama bana yüzünü bile çevirmiyor! Allah için siz, bu âlemde âcizlerin ellerinden tutan, onlara yardım edenlerdensiniz! Benim derdime bir derman bul ki gönlümün meyvesini kaybedeceğim diye yüreğim titremektedir!” der.
Hz. Ali:
— Sakin ol, merak etme sen. Dama bir çocuk daha çıkar. Çocuğun kendi cinsini görünce ona doğru oluktan dama gelir. Cins, cinsine ebedî olarak âşıktır.” der.
Kadın öyle yapar. Çocuğu, diğer çocuğu görünce ona yüz tutar; oluktan dama gelir. Her cins, kendi cinsinden olanları hayatına çeker; bu böyle bilinmelidir! Çocuk, diğer çocuğa doğru sürünerek gelir ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtulur.
Peygamberler de kulları oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir. İnsanları kötülüklerden ve îmansızlığa düşmekten kurtarmak için kendi cinslerinden, yâni insan olarak gönderilmişlerdir. Bu yüzdendir ki Peygamberimiz: “Ben de sizin gibiyim, sizin eşitinizim.” buyurur. Böylece doğru yola çağıran insanların kendi cinsinden olan insanların tarafına gelmelerini ve kurtulmalarını sağlar.
Korulukta, gürül gürül akan ırmağın kıyısındaki yosunlu kayalar arasında bir sabah, Su Kurbağası ile fare karşılaşır. Selam sabahtan sonra hayli söyleşir, arkadaş olurlar.
Ertesi gün tekrar buluşurlar. Gün boyu birlikte yiyecek arar, birlikte dolaşırlar. Akşam karanlığı inmeye başlayınca yine, fare kayanın kovuğuna, kurbağa suyun dibine çekilir.
Sabah açılınca, kurbağa sudan çıkarak seslenir; fare kovuktan çıkarak birlikte gezer, söyleşirler. Fare:
— Sevgili dostum! Geceleri sıkılıyorum bâzen, sana öyle alıştım ki.” der. Kurbağa:
— Ben de sana alıştım dostum. Ama ben suda kalmalıyım, yapabileceğimiz bir şey yok.” der. Fare:
— Düşündüm de, geceleyin de görüşebiliriz.” der. Kurbağa:
— Nasıl?” der. Fare:
— Senin ayağına bir ip bağlayalım, diğer ucunu da ben kendi kuyruğuma bağlarım. Gece canımız sıkıldığında ipi oynatırız, sen o zaman sudan çıkarsın!” der. Kurbağa fikri parlak bulur:
— Tabii ya! Şimdiye kadar niçin düşünemedik bunu!” der.
Bir ip bağlarlar. Artık geceleri de görüşebiliyorlardır. Ne var ki, fareyi bir zamandır izleyen Alaca Karga, karanlık inip de yuvalarına çekilmeyi düşünürlerken hızla inerek fareyi kapar ve havalanır. Fareyle birlikte havalanan Kurbağa, kendi kendine hayıflanır:
— Kendi cinsinden olmayan biriyle dostluk kurarsan, olacağı budur.” der.
Bu hikâyede Mevlânâ, Alaca Karga’yı ölümün sembolü; Su Kurbağası’nı ruhu; fareyi de bedeni temsil eder gösterir. Kurbağa temizliği, Fare ise kirliliği temsil eder. Temiz bir varlığın, kirli bir varlıkla dost olması onu felâkete sürükler. Nefsini terbiye edip ruhunu yüceltmeyen, bedeninin rahatına düşkün insanlar; farenin peşine düşmüş kurbağaya benzerler.
Bu nedenle Mevlânâ, doğru arkadaş seçimini insanlara îzah etmek için Fare ile Kurbağa hikâyesini sembol olarak kullanır. “Kuş, kendi cinsine uçar gider; güvercin, güvercinle; doğan, doğanla.” İnsanın gidişatını görmek için hangi cinsle arkadaşlık yaptığına bakmak kâfidir. İnsan, kendi cinsinden olmayan biriyle arkadaşlık ediyorsa, o arkadaşlığın içinde bir menfaat elde etme vardır.
Dünyada kendi ahlâkına uygun dost bulamayanlar, eşeklerin arasında yaşamak zorunda kalan ceylan gibidir. Eşekler, o zavallı ceylanla bâzen alay eder, bâzen itip kakarak eziyet ederler. Bu durum, dünyada nefsinin arzularına bağlanmış insanların arasında kalan güzel Müslümanın hâline benzer. Şâir Sümmani’nin dediği gibi:
“Yoksulluk dediğin ömürler söker,
Katranı kaynatsan olur mu şeker,
Cinsi bozuk adam cinsine çeker,
Aslı kara demir, mücevher olmaz...”
Âsâr-ı Gönül Der Ki:
“Her insan, etrâfındaki insanların rengiyle boyanır. Ruhunun derinlikleri, çevresinin yansıması olur. Kurbağanın, ruhunu yücelten suya olan aşkı gibi, insan da ancak doğru dostluklarla ruhunun derinliklerinde huzur bulur. Fakat, eğer kalbini kirleten farenin peşine düşerse, o zaman ruhu yalnızca bedenin peşinde sürüklenir, nefsinin esiri olur. Farenin arzularına kapılan kurbağa gibi, insan da bedene ait her şeyin peşinden giderse, kendi ruhunu kaybeder.
Bedenin rahatına düşen, ruhunu unutur.
Ruhunu besleyen ise hayatı hakikatle yaşar.
Doğru dost, kalbin sırrını çözendir.
Yanlış dost, karanlıkta kaybolmuş bir yoldur…”
Elbette anlayana, anlamak isteyene…
Hâsıl-ı Kelâm!
“Ölenler Ölümü Bilmez, Ölüm Kalanların Hikâyesidir. Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar... Söz Meclise, Kıssa Herkese… Söz Uzar, Kesmek Gerektir Vesselâm!”
Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...