ELİNİ UZATANLAR!

Kasabanın birinde güzeller güzeli bir kız yaşar. Kasabanın delikanlıları da bu kızın tâliplileri arasındadır. Tâlipleri çoktur ama kız hiç kimseyi beğenmez ve kimsenin teklifini de kabul etmez. Kızla aynı kasabada yaşayan güzel ahlaklı, yakışıklı ve zengin başka bir genç daha vardır. Kız onun da ilgisini çeker, delikanlı görücü gönderir, kız bu gencin teklifini de kabul etmez. Bunun üzerine delikanlı çok üzülür ve kasabayı terk eder başka şehre yerleşir. Aradan yıllar geçer delikanlı memleketini özler, sıla-i rahîm için kasabasına gider. Akraba komşularla hoş-beşten sonra aklına kimseyi beğenmeyen o kız gelir ve:

▬ Böyle böyle güzel bir kız vardı. Hiç kimseyi beğenmezdi. Şimdi ne yaptığından haberiniz var mı?” diye sorar. Komşuları:

▬ O, kimseyi beğenmeyen kız evlendi ve çoluk çocuğa karıştı. Falan yerde de ikâmet etmektedir.” dediklerinde delikanlı acaba nasıl biriyle evlendi diye merak eder. Ve gidip evin karşısında bekler kızın kocası çıksın da bir göreyim diye. Kızın kocası dışarı çıkar ki yaşlı, kambur ve göze hoş gelmeyen bir adamdır, delikanlı şaşırır “nasıl olur?” der kendi kendine ve kıza sormak ister. Adam gidince kapıyı çalar kız çıkar karşısına ve sorar kıza:

▬ O adam senin kocan mı?” diye. Kız:

▬ Evet!” deyince delikanlı:

▬ Nasıl olur? Sen ki, kimseyi beğenmeyen buraların en güzel kızıydın. O kadar çok isteyenin oldu ki hepsini reddettin, beni bile kabul etmedin ve şimdi bu adamı nasıl kabul ettin merak ettim doğrusu.” diye sorar. Kız delikanlıya:

▬ Cevabı merak mı ediyorsun? O hâlde benimle gel...” der delikanlıyı alır evin arkasında bulunan gül bahçesine götürür ve:

▬ Şimdi bu bahçeye girip gördüğün en güzel gülünü bana getirirsen sana niye bu adamla evlendiğimi söyleyeceğim ama bir de şartım var. Geçtiğin yere asla bir daha geri dönmek, arkana bakmak yok, sadece ileri gideceksin ve en güzel gülü koparacaksın.”

▬ Memnuniyetle tamam!” der delikanlı ve bahçeye girer. Çok güzel sarı bir gül görür eğilir almaya ama karşıda daha güzel pembe bir gonca gül görür. Alacağını bırakır o güle koşar, onu koparayım derken gözüne kadife kırmızı başka bir gül çıkar o daha iyi ve tâze diyerek onun yanına gider. Ondan ona, ondan ona derken bahçenin sonuna gelir. Başını kaldırır ki, karşısında tek bir gül var o gülde soluk, kuru, boynu bükük bir güldür. Kıza verdiği söz aklına gelir, geri de dönemez. Mecbûren bulduğu alelâde, solmaya yüz tutmuş o gülü alır ve mahcup bir edâ ile kıza götürür. Kız gülü görünce tebessüm eder ve:

▬ Bilmem anladın mı neden benim bu adamla evlendiğimi?” diyerek kapıya gelen kısmeti terk edenlere, anlayana, anlamak isteyene ve bizlere tarihî, unutulmayacak bir ders bırakır. Ferîdüddîn-i Attar: Kanaatten nasîbi olmayanı dünya malı nasıl zengin etsin?” diyerek hâdiseyi özetler.

Şunu asla unutmamalıyız. Her zaman daha iyisini bulmak isterken ömür geçer ve bizler en son bulduğumuza râzı olmak zorunda kalırız. Bu yüzden gençlik gitmeden elindekiyle yetinebilmeyi öğrenmek gerekir...!

Kanâat; elde olana râzı olmak, azla yetinmek, ihtiyaçları asgarî ölçüde karşılayabilecek maddî imkânlarla iktifâ etmek, fazla kazanma hırsından kurtulmak, hırs ve ihtirastan uzak durmak, gücü yettiğince çalışmak, başkalarının elindeki malına göz dikmemek demektir . Kanâatkâr olmak, haksız yol ve yöntemlere îtibâr etmeden kendi sâhip olduklarıyla yetinmek ve başkalarının varlıklarına göz dikmekten uzak durmaktır.

Çalışmamak ayrı, tutumlu olmak başkadır. Tutumlu olmak her alanda dengeli ve ölçülü davranmak, orta yolu tutmak israftan kaçmak aşırılıktan sakınmaktır. İhtiyaç dışındaki şeylere tamah etmemek, az mala sâhipken korkmamak ve çok mal içinde şımarmamaktır. Hz. Peygamber (s.a.v); “Kimin derdi âhiret olursa, Allah onun kalbine zenginlik koyar, dağınık işlerini toplar, dünya ona kolay gelir. Kimin de derdi dünya olursa, Allah onun gözünün önünden fakirliği hiç ayırmaz, işlerini dağıtır, düzeni olmaz. Dünya da kendisine ancak takdir edildiği kadar gelir.” “Allah’ın taksimine râzı ol ki, insanların en zengini olasın…” buyurmaktadır. Şeyh Sâdi Gülistan’da konuyla alâkalı şu ibretlik hikâyeyi anlatır.

Cömertliği dillere destan olan Hatem-i Taî, konuklarına büyük bir ziyâfet verir. Gelen herkese güzel ve değerli armağanlar da dağıtır. Aynı gün şehrin dışına gezmeye çıkan Hâtem-i Taî, yolda bir ihtiyârı görür. İhtiyâr, sırtına odun yüklemiş, iki büklüm gitmektedir. Odunların bir kısmı dikenli olduğu için de eli yüzü çizik ve kan içindedir. Hâtem ihtiyârı durdurur ve:

▬ Efendi baba, sen Hâtem-i Taî’yi tanımıyor musun? Duymadın mı? Bak şu anda herkese ziyâfet veriyor, armağanlar dağıtıyor. Sen de git ihtiyacını oradan temin et. Böyle beş kuruşluk dikenlerle uğraşma!” der. İhtiyar, Hâtem’in adını duymuştur ama hiç görmediğinden tanımadığı bu adama döner ve:

▬ Efendi! Bu dikenli yükü onur, izzet ve şerefimle taşıyorum. Onu taşırken benden ter dökülüyor ama kimseye yüzümün suyu dökülmüyor. Ben gidip de bir mide için Hâtem-i Taî’nin minneti altına giremem, onurumu, şerefimi, hürriyetimi kimseye veremem! Bugün elini uzatanlar yarın emir almak zorunda kalır.” diyerek günümüzde birilerinin sırtından asalak gibi geçinmeyi mahâret sayanlara ve Taî’ye unutamayacağı bir ders verir. Sonraları Hâtem-i Taî’ye kendisinden daha cömert ve onurlu bir insan görüp görmediğini sorduklarında:

▬ O sırtıyla odun taşıyan ve bana minnet etmeyen ihtiyâr benden daha onurlu daha mert ve daha yüksek mertebeli bir kimsedir.” diye cevap verir. Mevlânâ da:

İyiliğe niyet edin.

Sıkıntıya sabredin.

Aza kanaat edin.

Hatanızı kabul edin.

Varken tasarruf edin.

Nefsinizle inat edin.

Ama Allahtan başka kimseye kulluk etmeyin.” der. Yüce Rabbimiz de Nisâ Sûresinin 95. Âyeti kerimesinde:Cihâd edenler, çalışanlar, uğraşanlar, oturduğu yerde ibadet edip cihad etmeyenlerden daha üstündürler, daha değerlidirler.” buyurmaktadır.

UNUTMAYIN! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam…

            Selâm ve duâ ile…