— Şimdi ben bu balığı götürüp satayım, böylece âilemin nafakasını çıkarayım.” der. Yolda, zaman zaman kendisine yardımcı olan balıkçılardan birisiyle karşılaşır. Adam:
— Balığı bana satar mısın?” der. Balıkçı:
— Eğer evet dersem, bu balığı benden yarı fiyatına satın alır.” diye düşünerek:
— Hayır,” cevabını verir. Adam öfke dolu bir taşkınlıkla balıkçıya saldırır, zavallı adam yere yığılırken balığı zorla elinden alır. Balıkçı ona bir yandan bedduâ eder bir yandan da: “Ey Rabbim! Sen beni zayıf ve miskin, onu ise güçlü ve kuvvetli olarak yarattın. Ya Rabbi! Bu adama bunun dünyada karşılığını ver; çünkü acım, sabrımı çoktan aştı!” demektedir.
Balığı gasp eden adam, onu evine götürür. Karısına vererek kızartmasını ister. Karısı balığı kızartır ve getirip masanın üzerine bırakır. Adam yemek için elini balığa uzattığı sırada balık adamın elini ısırır. Öyle ki adamı dayanılmaz bir acı sarar, sabrı tükenir.
Parmaklarının acısına daha fazla dayanamayınca durumunu doktora anlatır. Doktor, zehrin yayılmasını durdurmak için parmağın kesilmesi gerektiğine hükmeder; ama hastalık bununla da durmaz.
Doktor adamın parmağını keser; bu defâ hastalık ve acı eline intikal eder. Ağrıları artar, korkusundan bütün vücudu titremeye başlar.
Doktor ona, elinin bileğine kadar olan kısmının kesilmesi gerektiğini; aksi takdirde hastalığın koluna sirâyet edeceğini anlatır. Elin bileğine kadar olan kısmı kesilir; fakat hastalık koluna bulaşır. Her kesilen uzuvdaki hastalık bir diğerine sıçrar. Sonunda doktor adamın omzundan aşağı kolunu keser.
Adam, kendisine isâbet eden bu musîbeti kaldırılması için Rabbine yalvarır. Yüreğiyle değil, artık kesilmiş kolunun boşluğuyla ağlayarak doktorun kapısından çıkarken gözlerine gölge çökmüştür. Bir ağaca yaslanarak gölgesinde uykuya dalar. Uykuda kendisine:
— Ey miskin! Kesilecek kaç kolun var ki, hâlâ bekliyorsun? Hasmına git, ondan helallik iste!” dedinildiğini işitir. Uyanınca adam, hasmının kim olduğunu düşünmeye başlar, hatırlar ve:
— Ben gasp yoluyla birisinin elinden balığını almış ondan sonra da kendisine iyi bir dayak atmıştım. Parmağımı da ondan aldığım balık ısırmıştı.” der. Şehrin yolunu tutar, balıkçıyı arar bulur ve ondan özür dileyerek helallik ister. Malından ve mülkünden bir kısmını ona verir. Yaptığı işten tövbe ettiğini söyler. Balıkçı da ona hakkını helal eder. O anda hastalığının acısı durur. O gece, gözyaşları arasında bir tövbe serinliğiyle yüreğini temizleyerek Rabbine yönelir; uyuduğunda ruhu yeniden doğmuş gibidir.. Uyandığında, merhametli olan Yüce Allah kudretiyle ellerini ve kollarını kendisine geri vermiştir. Bu olaydan sonra Yüce Allah, Hz. Musâ’ya:
— Ey Musâ! İzzetime, celâlime ve kudretime yemin olsun ki, şâyet o adam hasmını râzı etmeseydi, hayatı boyunca ona azap ederdim.” diye vahy eder. Ziyâ Paşa’nın dediği gibi:
“Allah’a tevekkül edenin yâveri Hak’tır
Nâşad gönül bir gün olur şâd olacaktır.”
(Allâh’a inanıp kaderine sabırla râzı olanların yardımcısı Allah’tır, mutsuz gönüller bir gün elbet mutlu olacaktır.)
Bâzılarının cezâsı böyle peşin ödenirken bâzıları da farklı şekilde kendini gösterir ama insan farkında olmaz aşağıda anlatıldığı gibi.
Adam, Hasan-ı Basrî’ye sorar:
— Hoca Efendi duydum ki; Her günâhın bir cezâsı var dersiniz?” der. Hasan-ı Basrî:
— Evet,” der. Adam:
— Ama ben çokça günah işliyorum herhangi bir cezasını da görmüyorum/ göremiyorum!” der. Hasan-ı Basrî der ki:
— Efendi, bilâkis Allah seni kaç defâ cezâlandırmıştırda bunlardan bile bî habersin!” der. Adam:
— Nasıl yâni?” der. Hasan-ı Basrî:
Ø Allah senden duâ etme lezzetini almadı mı?
Ø Günler su gibi geçerken Kur’an’dan bir âyet bile okumayan sen değil misin?
Ø Upuzun geceler geçmesine rağmen kalkıp iki rekat namaz kılmayan sen değil misin?
Ø Dili Allâh’ı zikretmekten geri duran sen değil misin?
Ø Koskoca ramazan ayı geçtiğinde bir gün oruç tutamayan sen değil misin?
Ø İbâdet etmek sana zor gelmiyor mu?
Ø Çok kolay günah işliyor ve âhiret yokmuş gibi yaşamıyor musun?” dediğinde adam:
— Evet, aynen dediğin gibi!” der. Hasan-ı Basrî de:
— İşte cezâ tamda budur. Sen Allah’tan daha nasıl bir cezâ bekliyorsun Efendi?” diye cevaplar ve devamında: “Cezâ Allâh’ın sana ibâdet etmeyi çirkin göstermesi, ibâdette yardım etmemesidir.” diye hâdiseyi en güzel şekilde anlatır. Ziyâ Paşa’nın:
“Her şahsı harîm-i Hakk’a mahrem mi sanırsın?
Her tâc giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın?
(Her gördüğün kişinin Hakk’a yakın olduğunu mu sanıyorsun? Başında tac olan çulsuzları hem velî hem sultan olan Edhem mi sanıyorsun?) diyerek yıllar önce bizleri uyarma ihtiyacı duymuş olması ne kadar ibretliktir.
Hikmetnâmesinde de Somuncu Baba:
“Sen Ararken Dünyada Gezersin; Ben Ararken Dünyadan Geçerim.”
Sen Yitiğini Ararsın; Ben Hiçliğimi Ararım.” der.
Âsâr-ı Gönül de der ki:
“Gerçek af, sâdece bir söz değil; kalbin en ince tınısıdır. Kin ve nefretten arınmış bir ruhun, nâzikçe dokunduğu bir bahar sabahı gibidir. Affetmek, gönlü esir alan en ağır zincirleri çözmek, insanı hem kendine hem de âleme nazar eden merhametin saf aynası olmaya çağırmaktır. Çünkü unutulmamalıdır ki, kalpte taşıdığımız en büyük yük, affetmediğimiz kırgınlıklardır; oysa affetmek, yüreğin en yüce özgürlüğüdür.”
Elbette anlayana, anlamak isteyene…
Hâsıl-ı Kelâm!
“Ölenler Ölümü Bilmez, Ölüm Kalanların Hikâyesidir. Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar... Söz Meclise, Kıssa Herkese… Söz Uzar, Kesmek Gerektir Vesselâm!”
Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...