İMAM MI HIRSIZ? KUR’AN MI ÖKSÜZ?

Anadolu’da bir köye, ahlâkı ve ilmiyle mâruf iyi bir İmam Efendi tayin edilir. İmam Efendi, kısa zaman zarfında köylü tarafından çok sevilir ve tutulur. Nihâyet Ramazan ayı gelir ve sırayla her akşam komşulardan biri, çok sevdikleri hocayı iftara dâvet ederler.

Bir akşam, hocayı iftara dâvet eden köylünün hanımı, eşinin saklaması için kendisine verdiği bir miktar parayı hocayla birlikte iftar edecekleri odada sehpanın üzerine bırakır ve iftar sofrasını hazırlama telaşıyla orada unutur.

Sofra kurulur, iftar edilir, çaylar içilir ve yatsıya yakın hoca ve ev sahibi camiye giderler.

Evin hanımı sofrayı kaldırıp odayı toplarken birden sehpanın üzerine bıraktığı paraları hatırlar fakat paralar ortada yoktur. Ne kadar arasa da paraları bulamaz. Biraz sonra eşi eve gelince durumu ona anlatır ve Allah û â’lem paraları imam aldı çünkü bugün ondan başka bu eve giren olmadı diye düşünürler. Ev sahibi bu duruma çok üzülür, hocaya çok kızar ve ona bu işi hiç yakıştıramaz fakat hocaya bu konuyla ilgili hiçbir şey söylemese de ondan iyice soğur ve elinden geldiğince hocadan uzak durmaya gayret eder.

Günler çabuk geçer ve yine Ramazan ayı gelir ve komşular hocayı yine sırayla iftara dâvet etmeye başlar. Sıra, geçen sene Ramazan ayında, paraları kaybolan bu âileye gelir. Ev sahibi köylü der ki:

Hanım, evet, ben hocaya gerçekten çok kızgınım ve kırgınım fakat adamcağızın belki bir sıkıntısı vardı da bize söyleyemedi ve onun için o parayı aldı. Sadakamız olsun, biz onu yine dâvet edelim.” der. Hanımı da aynı şeyleri düşünmekte olduğundan hocayı iftara dâvet ederler. İftar edilir, sıra çay faslına gelir ve ev sahibi, İmam Efendiye der ki:

Hocam, bir yıldır sana karşı soğuk davrandığımın farkındasın değil mi?” der. İmam Efendi:

Evet farkındayım fakat sebebini hâlâ anlamış değilim!” der. Ev sahibi:

Hocam geçen sene Ramazan’da sizi iftara davet etmiştik. Bir miktar paramız seni misafir ettiğimiz bu odada şu sehpanın üzerinde duruyordu. Paraya ihtiyacın olduğunu bize söyleseydin biz sana zaten verirdik. Sana kırgınlığım işte bundandır!” der. İmam Efendi bu sözleri duyunca ağlamaya başlar. Ev sahibi, bunu söylediğine bin pişman, hocayı teselli etmeye başlayınca İmam Efendi:

Değerli kardeşim ben, bu sözlerinizden ve beni hırsızlıkla itham etmenizde dolayı değil, bir yıldır şu duvarda asılı duran Mübârek Mushaf’ı bir kez olsun açıp okumadığınızdan dolayı ağlıyorum. Çünkü onu bir kez açıp okusaydınız paranızın onun içinde olduğunu görürdünüz. Çünkü sizin odada olmadığınız bir ara camdan içeri esen rüzgâr paralarınızı uçurmuştu. Ben de onları yerden toplayıp Kur’ân’ın içinde bulunduğu kılıfa koymuştum.” der.

Müslümanlar olarak bizim hem dünya hem âhiret saadetimiz olan Kur’ân-ı Kerîm’i ya tozlu raflarda ya süslü kılıflarda bekletiyoruz ve bize gönderilen mesajlara hiç mi ama hiç bakmıyoruz. Halbuki telefonumuza gelen mesaj sesi dıt dediğinde koştuğumuz gibi koşmalı değil miydik Mevlâ’dan gelen mesaja?

Sonrada kalkıyor gerile gerile, gerine gerine, had hudud tanımadan İslâm beldeleri neden bu kadar işgal altında? Niçin yoksul? Niye fakir? Neden geride? Bu gençlerin neden içi boşalmış? Demek sûretiyle kendimizi temize çıkararak masum ve suçsuz olduğumuzu, kendimizin tertemiz olduğu zannı ile günlerimizi kendimizi kandırarak geçiriyoruz. Kimse kusura bakmasın önce kendimize bakmamız gerekmektedir. Diyecek o kadar çok şey var ki insan diyemiyor, yutkunuyor ve Karakoç’un:

“Salladı dilini, vazgeçti birden,

“Oyyy” dedi, yutkundu, eğdi başını.” beyitleri geliyor aklımıza.

Ne dersiniz? Bir Ramazan daha geride kaldı toparlanmanın vakti gelmedi mi? Hz. İbrahim’in: “Yuh size ve Allah’tan başka taptıklarınıza!” demesi ve hemen ardından, “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” diye sorması haksız mı? Veya İmam Efendinin sorduğu sorunun farklı bir şekilinide kendimize sormamız gerekmiyor mu? “Şeytan mı hırsız bizden amel çalıyor, yoksa irademiz zayıf olunca Kur’ân’ın hitabına biz kulak mı vermiyoruz?” İnsanların başına gelenler, kendilerinin yöneliş ve tercihlerinin sonucudur. İnsanların başına durduk yerde bir musîbet gelmez. Öncelikle insanın kendisi azar, haddi aşar ve ardından Allah o yönde bir takdirde bulunur. Kişi kendi azgınlığı nedeni ile kötü durumlara düşebilmektedir. Atasözünde:

Kula belâ gelmez hak yazmadıkça,

Hakk belâ yazmaz kul azmadıkça!” diye dile getirildiği gibi.

Hakk kulundan intikamını yine kul eliyle alır, bilmeyen de bunu kul yaptı sanır.

Evet yaşadıklarımızın hepsinin dayandığı bir yasa var. Buna İslâm ıstılahında “Sünnetullah” diyoruz. Tabiri câizse sosyal hâdiselerin kânûniyeti. Sebep sonuç ilişkilerini gösterir kanunlar. Allah, kitabında bu kânûniyetleri kâh direk olarak kâh daha önce yaşamış olan kavimlerin kıssaları üzerinden bizlere bildiriyor.

Dolayısıyla Müslümanlar olarak yaşadıklarımıza bu pencereden bakıp “Biz acaba nerede hata yapıyoruz?” diye bir muhâsebe ve murâkabe yapmak zorundayız. Eğer bunu yapamazsak korkarım ki daha çok rahmetten ve mağfiretten uzaklaşacağız. Allah muhafaza daha derin krizlerle karşı karşıya kalacağız. Evet, soru şu: “Siz hâlâ akıllanmayacak mısınız?” Cenâb-ı Hakk’tan dileğimiz; verdiği akıl nimetini, kendi yolunda, rızâsına muvâfık şekilde kullanmayı nasip eylesin…

Selâm ve duâ ile…