NASIL HABER AMA!

Adamın biri New York Central Park’ta yürüyüş yaparken âniden kuduz bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar. Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür. Ama küçük kızın da hayatını kurtarır. Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir. Sarılıp teşekkür etikten sonra:

▬ Sen, bir kahramansın yarın bütün gazeteler seni yazacaklar. Ve göreceksin başlık da şöyle olacak; ‘Cesur New York’lu küçük kızın hayatını kurtardı.” Adam:

▬ Ama ben New York’lu değilim!” der. Polis:

▬ Fark etmez bu durumda gazeteler şunu yazacaklar; ‘Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı” cevabını verir.

▬ Ama ben Amerikalı da değilim” der adam artık şaşırarak. Polis

▬ Ya, o halde nerelisin?” diye sorunca adam cevap verir:

▬ Ben Iraklıyım!” der. Polis adama başka bir şey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri eline aldığında:

▬ Radikal İslâmcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü.” sürmanşetiyle karşılaşır. İşte medeni batının(!) sadece bir yüzüdür bu.

Medeni batı(!) birinci Dünya Savaşı’yla birlikte, özellikle Çanakkale Savaşları’nda bu çirkin yüz defâlarca açıkça ortaya çıkmış, ne kadar hayâsız, sefil, istilâcı ve vahşi olduğunu bütün dünyaya göstermiştir. “Çanakkale Şehitlerine” şiirinde merhum Akif:

“Ah o yirminci asır yok mu o mahlûk-i asîl,

Ne kadar gözdesi mevcûd ise, hakkıyle sefîl,

Kustu Mehmedciğin aylarca durup karşısına,

Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz...

Medeniyyet denilen kahbe, hakîkat, yüzsüz.” diye anlatır bizlere medenî batıyı.

İslâm dini hakîkate, doğruluğa ve hakkı söylemeye büyük önem vermiştir. O kadar ki doğruluk ve dürüstlük anlamına gelen sıdk, peygamber sıfatlarının ilkidir. Müslüman denilince akla gelen ahlâki erdemlerin en başında yine doğruluk gelir. Çünkü doğruluk; kurtuluşun nuru, hidâyetin cevheri, yüksek ahlâkın bir gereğidir. Doğru söz, îmanın sesi; hakkı söylemek mü’minin şiârıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), bir hadis-i şeriflerinde “Allah’a ve âhiret gününe îman eden kimse ya hayır söylesin ya da sussun.” buyurmuşlardır.

Dini, ırkı, mezhep ve meşrebi ne olursa olsun kimse kimsenin izzet ve şerefine dil uzatma hakkına sâhip değildir. Bizler hak ve hakîkatin peşinden gitmeli, doğruluğu, saygı ve nezâketi kendimize şiâr edinmeliyiz.

Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) insanlığa getirdiği mesajın varlık anlayışında insan, yaratılmışların en saygını (eşref-i mahlûkât) ve varlığın özüdür (zübde-i âlem). İnsanın fıtrat ve yaratılış itibâriyle onurlu bir varlık olması, İslâm’ın varlık, bilgi ve değer anlayışını şekillendiren en temel unsurlardan biri olmuştur. Bununla birlikte insanoğlunun, son iki yüzyılda bilimsel ve teknolojik alanlarda gösterdiği olağanüstü ilerlemeyi, ne yazık ki insan onurunun korunması ve yüceltilmesi konusunda gösteremediği bir gerçektir. Geride bıraktığımız yüzyıl, daha şimdiden insanlık onurunun had safhada zedelendiği tâlihsiz bir zaman dilimi olarak anılmaktadır. Ayrımcılık, ötekileştirme, ırkçılık, şiddet, işkence, terör, savaş, gelir adâletsizliği, zulüm, sömürgecilik, eğitim eşitsizliği, emeğe saygısızlık, istismar, kürtaj, açlık ve kıtlık gibi onur kırıcı küresel sorunların kıskacındaki insanlık, tarihte görülmemiş bir sınavdan geçmektedir. Göğün kapılarına sırt çeviren insanoğlu, kendi eliyle ürettiği yapay sorunların açılmak bilmeyen kapıları önünde yorgun ve bitkin bir hâlde bekliyor. Bilim ve tekniğin son imkânlarıyla ürettiği en modern anahtarlar, kilitli kapıların açılmasında ona yardımcı olmuyor. Kendi ürettiğinin esiri olan insanlık, kendini hapsettiği karanlık zindanlardan çıkış yolları arıyor. Bu yüzden de özlediği aydınlığı, peşinde koştuğu idealleri ‘nerede’ ve ‘nasıl’ araması gerektiğini yeniden düşünmesi gerekiyor. Rahmet Peygamberi (s.a.v.), insanların canlarının, mallarının ve ırzlarının yâni kişilik değerlerinin ve insanlık onurlarının dokunulmaz olduğunu bildirmiştir. Sevgili Peygamberimizin (s.a.v.) tanımıyla iyi Müslüman, din kardeşinin canına ve malına olduğu gibi kişilik onuruna da saygı gösteren ve onun şahsiyetini dokunulmaz gören kimsedir. Şurası iyi bilinmelidir ki insanı onurlu veya onursuz kılan temel ölçüt, davranışlarıdır. Davranışları kendisini onurlandırmayan kimseyi haricî hiçbir âidiyet onurlandıramaz. İnsan; ırk, renk, zenginlik, soy-sop gibi maddi, izâfî ve geçici ölçülere göre değerlendirilmemelidir. “Nice kapılardan kovulmuş, üstü başı perişan insan vardır ki, Allah’a yemin etse Allah onu yemininde haklı çıkarır” buyuran Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.), insan onurunu maddi ölçütlerle değerlendirmenin yanıltıcı olabileceğine işâret etmiştir. İnsan, bizâtihi değerli ve onurlu bir varlıktır. Efendimizin (s.a.v.) nazarında onun siyahı da değerlidir beyazı da; fakiri de onurludur, hizmetçisi de.

Konuyu sanırım Erzurumlu İsmail Hakkı’nın;

“Harâbat ehlini hor görme Zâkir!

Defineye mâlik virâneler var.” sözleri en güzel biçimde özetlemektedir.

Çağdaş medeniyetin işgal sırasında yaşattığı derin travmayla birlikte, gerçek yüzü de ortaya çıkmıştır aslında. Bu durumu yakından müşâhede eden Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nda:

“Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;

Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar,

‘Medeniyyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar?”

Batı ve medeniyet(!) takdir sizlerin...

UNUTMAYIN! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam…

            Selâm ve duâ ile…