TAZİYE EVİNDE YEMEK!

Kahramanmaraş’a adını altın harflerle yazdıran, 6 Şubat depreminde ise gönlümüze âdeta nakş eden Sabık İl Müftümüz Celal SÜRGEÇ hocamın uzun süredir yazmayı planladığım bu konudaki yazısı imdat eyledi bize. Sayın hocama âfiyetler içerisinde bir ömür dilerken küçük dokunuşlarla yazısını istifâdelerinize sunmayı bir görev addediyorum.

Müslüman’ın, Müslüman üzerindeki en önemli haklarından biri de, hayatta/diri iken kardeşine sahip çıktığı gibi vefâtından sonra da cenâzesine sahip çıkmak, ortada bırakmamak ve defin sonrası da yakınlarının yanında ve yakınında olmaktır. Bu çok önemli ahlâkî bir sorumluluk ve kardeşlik görevidir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu süreçte tâziye sahiplerine yük olunmamasını, aksine onların yükünün hafifletilmesini tavsiye ederek; “Yaşadığı bir yakınının ölüm acısından dolayı mü’min kardeşine tâziyede bulunan kimseyi Allah kıyâmet gününde herkesin gıpta edeceği güzellikte bir libas ile donatacaktır.” buyurmuştur.

Hatta tâziyede neler konuşulacağı/nasıl teselli edileceği hususunda bile Efendimiz (s.a.v.), bizlere örnektir. Oğlu vefat ettiği için büyük acı çeken kızı Zeyneb’i:

— Kızım, veren de alan da Allah’tır; O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır.” diye teselli eder.

Dinimizde cenâze evine tâziye için giden akraba, komşu veya dostların orada yemek yemeleri değil, berâberlerinde yemek götürmeleri tavsiye edilmiştir. Peygamberimiz (s.a.v.) tâziye sahiplerine yardımlar/ikramlar konusunda da bizlere en güzel rehberliği etmiştir. Câfer b. Ebî Tâlib’in şehâdetinden sonra Allah Resûlü (s.a.v.) şöyle buyurur:

— Câfer’in âilesine yemek yapıp götürün. Çünkü başlarına kendilerini meşgul edecek bir musîbet gelmiştir.” Bu hadis, yemek hazırlamanın tâziye sahiplerinin değil, çevresindekilerin görevi olduğunu açıkça göstermektedir. Hatta Cerir b. Abdullah el-Becelî’nin “Biz ölünün âilesi yanında toplanmayı ve onların yemek hazırlamasını onun üzerine feryâd-ü fîgan ederek elbiselerini yırtarak ağlamaya denk (bir günah) olarak görürdük.” rivâyeti de dikkate şâyandır. Sünnete uygun olan, vefât eden kişinin âilesine yemek götürmektir; tâziye evinde ziyâfet düzenlemek, ziyâfete koşmak değildir.

Bu itibarla; bir yakınını kaybetmenin üzüntü ve sıkıntısı içinde olan cenâze sahiplerinin, tâziye için gelen misâfirlere yemek hazırlayıp sunması ilâve bir telaş ve sıkıntıya sebep olacağından mekruh görülmüştür. Bunun için cenâze sahiplerine ve uzaktan gelenlere ikramda bulunma sünneti/görevi, komşularına veya yakınlarına âittir.

Mahalle baskısı bizleri günaha götürüyor!

Ülkemizde özellikle bâzı bölgelerde hâli vakti yerinde olanlar, ölenden çok kendilerinden söz ettirmek, güçlerini göstermek için çok ağır ve külfetli ziyâfetler vermektedirler... Bu âdete ayak uydurmaya çalışan dar gelirliler ise kınanma/mahcup olma, mahalle baskısı korkusuyla yemek verebilmek için ya kredi çekmekte, ya ağır borç altına girmekte veya evini-arabasını satarak bu yemeği vermeye çalışmaktadır. Böyle bir ortamda ikramda bulunmak ciddi bir maddi yüktür. Hadiste, Peygamberimiz cenâze sâhiplerine eziyet edilmemesi gerektiğini ve onlara maddi bir sıkıntı yaşatılmamasını söylüyor. Ancak ne yazık ki toplum tarafından, cenaze sahibinden ikramda bulunması bekleniyor. Bu da büyük bir vebâl ve sorumluluktur. Dine uymayan bir âdet ve kültürdür.

Bir kısım yerlerde ise; tâziye yerlerini gezen, ikram saatlerini takip eden bâzı gurupların varlığından bahsediliyor. Hatta ve hatta cenaze yakınlarının yemek vermesi yetmiyor; “Yemeğin ne olduğu, yanında içecek var mı, o kadar insan cenâzeye gelmiş tâbiri caizse “fıstıksız kuru bir helva mı?” ikram edilir?” gibi ahlâk dışı çok çirkin dedikodular günlerce sağda solda konuşuluyor. Okunan Kur’ân ve ölümü tefekkür ise, bu dedikodular arasında ‘nasıl olsa hepimizin başına gelecek’ denilerek çay eşliğinde geçiştiriliyor. Bu konuyu ciddiye alıp herkesin cenâzesini sünnet ölçütlerinde uğurlaması yerinde olacaktır.

Böyle olunca da asıl tâziye sahiplerinin ve misâfirlerinin sıkıntıya girmelerine sebep olunuyor ki; bu doğru değildir, buna meydan vermemek lazım.

Tüm bu yanlışlar oluyor diye tâziye evinden tamamen yemeği kaldırmakta doğru değildir. Bir yanlış uygulama/bid’at yüzünden sünnete uygun kadim geleneğimizi de kökten yok saymak yanlıştır. Doğrusunu yerleştirerek ve göstererek buna toplumun uymasını sağlamalıyız.

Şu hususlara da özellikle dikkat etmeliyiz!

Tâziyeye nasıl gidilir, tâziyede neler yapılır biz bunu da Peygamberimizin (s.a.v) uygulamasından öğreniyoruz. Gelenek, görenek ve âdetler korkusuna değil; tamamen dinî bir kaygıyla bu işi yapmak lazım.

· Bir insan tâziye evine gittiğinde, “el-hükmü lillah” der. Orada oturur, Kur’ân okunmasını biliyorsa okur.

· Tâziye yerini çok meşgul etmemek, gelenlere yer açmak için tâziyeyi kısa tutmak; spor, siyaset vb. sohbetlerle ziyâreti uzatmamak hem de çekilmez hâle getirmemek gerekir.

· Diğer bir husus; kalabalığı gören bir kısım ehil olmayan heveslilerin mikrofonu kapıp uzun uzun Kur’ân okuması veya nutuk atması da asla doğru değildir.
Zîra belki uygunsuz yere aracını park etmiş veya acil bir işi olan birileri hemen tâziye verip çıkmak isteyebilir; onları düşünmeliyiz.

· Bâzı Kur’ân okuyanların, mânâyı değiştirip günaha girecek kadar hatalı okuduklarına şâhit oluyoruz. Bundan sakınmalı, ehil olanlar için bir şey demiyoruz; ancak her mikrofonu eline alan toplumu, çok aşırı Kur’ân okuyarak, hem Kur’ân’ı hem de toplumu yormamalıyız. Bireyselleşen, sanallaşan şu dünyada insanlar birbirini görmüş, bırakın bir çift laf etsin, bir birinin hâl ve hatırını sorsunlar...

· Uzun sûreler/âyetler okuma yerine, —dünya hayatı, sabır, imtihan— ile alakalı/temalı kısa bir iki âyeti tercihen meâliyle birlikte okuyarak; “Merhûmun veya merhûmenin rûhu ve Allah rızâsı için El-Fâtiha” demek yeterlidir. (Kur’ân okumayanlar da böyle deseler olur.)

· Tâziye yerini uzun duâlarla bir gösteriye dönüştürmemeye özen gösterilmelidir.

· Kapı önüne “Fâtihacı/Duâcı” bir adam tutmaya da gerek yoktur.

· Son olarak; Teselli yerine cenâze sâhiplerine bir de borç ödeme stresi yaşatmamalıyız.

Âsâr-ı Gönülde der ki:

“El-âlem ne der korkusu Allah korkusunu geçti, geçiyor mu ne?

‘Aaa hiç olur mu?’ der gibi oldunuz sanki…

Ama biraz gerçekçi olalım, aslında öyle değil mi?

Kimdir kimin nesidir şu el-âlem? Ne yer ne içer? Yaşayan varlık mıdır EL-ÂLEM?

El-âlemden acâyip korkarız. Yoksa ne der el-âlem?

Hayatını El-âlem ne der diye düşünerek inşâ edenler asla ve kat’a rahat edemezler.

Sürekli bir meşguliyet içerisinde olur, şu el-âlemden çok ama çok korkanlar.

Çünkü onlara neyi, nasıl, ne şekilde beğendirebileceğimizi düşünür durur.

Yâni kendimizden git gide uzaklaşıyoruz.

Üzerimizdeki kıyâfetten tutun yediğimiz yemeğe, gezdiğimiz yerlere, hatta evimizdeki eşyalara kadar hep el-âlemin derdindeyiz.

Çünkü kafamızda hep şu soru, El-âlem ne der? Anne kızını îkaz eder, “el-âlem ne der sonra”… Baba oğlunu îkaz eder, “bizi millete rezil etme, el-âlem ne der sonra”… “Tâziye evinde yemek vermez isen el-âlem ne der?”... El-âlem, El-âlem ve yine El-âlem…

Dünya onların etrafında dönüyor sanki… Herkes tutturmuş el-âlem de el-âlem…

Size birkaç tavsiye:

— El-âlem de “EL” kalsın sâdece.

— Kendi fikriniz olsun.

— Kendinize güveniniz olsun.

— Allah’ın koyduğu doğru bildiğiniz doğrularınız olsun.

— El-âlem ne der derine düşmeyi bırakın, “Ne der?” derdine düşecekseniz eğer, şunu sorun kendinize: “Rabbim ne der?” Peki ya El-âlem ne der? Ne derse desin. Sonuçta herkes kendi tercihiyle kendi yoluna devam eder. İnsan ne ederse hep kendine eder.

Dünyamızda el-âlem ne der diye başka bir tanrı var. “Yerin kulağı var!” sözünü “Meleklerin kalemi var!” diye değiştirsek El-âlem’den değil Allah’tan çekinen bir nesil oluruz. Kim insanların gücenmesi, kızmasına rağmen Allah’ın rızâsına uyarsa Allah o kişiyi insanlardan gelecek zarardan korur.”

Elbette anlayana, anlamak isteyene…

Hâsıl-ı Kelâm!

“Ölenler ölümü bilmez, ölüm kalanların hikâyesidir. Yol elif ise, yön bellidir...
Herkes kendi tercihiyle, kendi hayatını yaşar... Söz meclise, kıssa herkese… Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm!”

Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...