Abbâsi halifelerinden Hârûn Reşid için anlatılır. Kimi kaynaklarda başka gönül ehli insanların, idârecilerin de benzer vasiyetlerde bulunduğu söylenir ama kimin söylediği, kimin bu vasiyette bulunduğu çok da önem arz etmemektedir.

Biz hikâyemizde Harun Reşid’i esas alacağız. Hârûn Reşid hastalanınca, etrafında bulunanlara, kendisini ulaşılamaz zanneden kibir âbidelerine Necip Fâzıl’ın; Kurban olduğum Allâh’a bile günde beş vakit ulaşılabiliyorken, kendini ulaşılmaz sananlara selâm olsun.” dediği gibi bizlere ders niteliğinde unutulmayacak şu kelimeler dökülür ağzından ve:

Ben vefât ettiğim de yıkayıp kefenledikten sonra tabutuma koyunca sağ kolumu tabutun dışında bırakın. Kolum tabutun dışına sarkmış vaziyette çarşı-pazar dolaştırdıktan sonra kabristna götürün ve beni öyle defnedin!” der. O zaman Hârûn Reşit Abbâsi Halifesidir… Necip Fâzıl, âdeta halîfenin bu sözlerini; “Kendini dünyalar kadar değerli zannedenlere kısa bir not! Dünya beş para etmiyor.” ifâdesiyle ser levhâ hâline getirdiği gibi. Yanındakilerin:

Efendim! Bu daha evvel hiç yapılmayan bir uygulama. Neden böyle yapalım ki?” dediklerinde merhûm halîfe, Cengiz Numanoğlu’nun:

            Malın, mülkün, şöhretin, dünyada her şeyin var;

            Ya dünyadan Rabb’ine, götürecek neyin var?

            Bana yeter diyorsan, şu üç günlük îtibar;

            Bir dördüncü gün var ki; çok çetindir bilesin,

            Bunlar masal diyorsan... Daha Kur’ân ne desin!” beyitlerinde ifâde ettiği gibi halife de:

İnsanlar, benim gibi devlet başkanının bile en ihtişamlı döneminde bu dünyadan elinin boş gittiğini görsünler de dünya hayatını ona göre yaşasınlar!” der ve anlayanlara/anlamak isteyenlere çok ibretli bir cevap verir. Ellerimizin, ayaklarımızın, gözlerimizin, kulaklarımızın ve derilerimizin de şâhitlik yapacağı, her bir şeyi gizlemeden sayıp dökeceği büyük bir gün var önümüzde… Sıkça okuduğumuz Yâsin Sûresi’nin 65. âyeti kerimesinde Rabbimiz: “O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elleri anlatır, ayakları da şâhitlik eder.” buyurur. Onun için ellerimizle neler yaptıysak, gözlerimizle nelere baktıysak, dillerimizle neleri söylediysek ve kulaklarımızla neleri işittiysek, vücudumuzu nerede yıprattıysak ona dikkat etmeliyiz.

Merhum şâir Cengiz Numanoğlu’da konuyu beyitlerinde:

“O büyük mahkemede, bütün diller susacak;

Konuşacak bu defâ, göz, kulak, el, kol, bacak.

Uzuvlar birer birer, haramları kusacak;

Açılacak önünde, defterleri herkesin;

Kendine gelmen için... Daha Kur’ân ne desin!..” diye özetler.

Rabbimizden sıkça niyâzımız bizleri dâima yolunda istihdâm eylemesi üzerine olsun. Bedenimizi, vücudumuzu yolunda yıpratabilmeyi nasip eylesin ki, yarın huzuruna çıktığımız zaman bize fayda verecek, âhirette yüzümüzü aydınlatacak güzel bir hâlimiz olsun. Dünyadan kabre götürebileceğimiz tek dünyalık -o da nasip olursa- kefendir. Bizi ebedi bırakacağını zannederek mala, makâma, servet ve şehvete yönelmek; Allah’ı, âhireti ve hesabı unutmaktır. Çünkü Rabbimiz kendini, kitabını, peygamberini ve ümmeti unutanları Â’râf Sûresinin 40. âyeti kerimesinde: “Bizim âyetlerimizi asılsız sayanlar, büyüklenip onlardan yüz çevirenler var ya, işte onlara göğün kapıları açılmayacak ve onlar, deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremeyeceklerdir!” diye uyarmaktadır. Merhametli Rabbimiz, kendi yolunda yorulmuş ve fakat sevgisiyle, muhabbetiyle yoğrulmuş, rızâsına tâlip kullarından olmayı cümlemize nasip eylesin, ihsân eylesin. (Bizi Kim Beğenecek)

Dünyada hepimize er veya geç gelecek olan ölüm kadar açık bir gerçek yoktur. Ölüm, her bugünün bir yarını, her gecenin bir gündüzü ve her yazın bir kışı olmasından daha kesindir. Ölüm sırf yokluk olsaydı yapılacak bir şey kalmazdı. Bâzı insanlar aslandan kaçar gibi ölümden kaçar ama ne kadar kaçsalar yine bir gün ölüm onları yakalar, korktukları başlarına gelir. İnsan yok olmayı istemediğine ve ölüp gitmekle yok olmayacağına, sadece bir dünyadan diğerine geçeceğine göre... İşte bu noktada ölüme ve ölüm sonrasına hazırlık ihtiyâcı kendini göstermektedir. Hz. Ömer’e atfedilen; “Âhiret yanında dünya nedir ki! Ancak tavşanın bir defâ sıçraması misâli bir şeydir.” dediği gibi….

Ölümden sonraki hayatı hatırlatan en belirgin şey yine ölüm olduğu için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Lezzetleri yok edeni, yâni ölümü hatırınızdan çıkarmayın.” Ölüm gelmeden önce ona hazırlanmayı hidâyet alâmeti sayan Resûl-i Ekrem bir gün Abdullah b. Ömer’in omuzuna elini koyar ve onun şahsında bütün ümmetine şöyle nasîhatte bulunur: “Dünyada gurbette imiş veya yolculukta bulunuyormuş gibi ol! Kendini mezarlıktakilerden say... Hastalanmadan önce sağlığından, ölümünden önce hayatından faydalan! Çünkü sen yarın adının, sanının ne olacağını bilemezsin ey Abdullah!” Burada şunu da belirtmek gerekir ki İslâm dininde ölümü hatırlamak ve ölümden sonrasını düşünmek mü’mine dünya hayatını zindan etmek için tavsiye edilmiş değildir. Aksine söz konusu tavsiye, dünyasını mâmur etmesi ve âhiretine de hazırlıklı olarak yaşaması, her iki âlem için faydalı çalışmalarda bulunmasından dolayı mutluluk ümîdiyle yaşaması içindir. Zîrâ kışlık hazırlığı tam olanı kışın gelişi korkutmadığı gibi âhiret hazırlığı tam olanı da ölümün gelişi korkutmaz. Mü’min dünyadan ayrılırken kıyâmetinin kopacağını ve ölünce meleklerin önceden ne gönderdiğini, insanların ise cenâzenin ardından giderken geriye ne bıraktığını soracaklarını bilir. Aslında ölümü hatırlamak aynı zamanda katı kalplerin yumuşatıcı ilâcıdır. Bolluk ve nimet içinde olanları gafletten, darlıkta bulunanları da elemden kurtarır. (Âhirete İman) Asıl mesele Mehmet Âkif’in “Âhiret Yolu” adlı şiirinde:

Sokakta sâde bir “âmîn!” sadâsıdır gidiyor:

Mahalle halkı birikmiş, imam duâ ediyor.

Basık bir ev; kapının iç yanında bir tâbût,

Başında çınlayan âvâzı dinliyor, mebhût;

Denildi: “Fâtiha!”; âmîni kestiler bu sefer,

Göğüsler inledi, derken, açık duran eller,

Duyuldu sonra imâmın nidâ-yı mağmûmu,

Diyordu:

Söyleyin Allâh için şu merhûmu,

Nasıl bilirsiniz ey Müslümanlar!

İyi biliriz!

Yarın huzûr-i İlâhîde toplanıp hepiniz,

Bu yolda hüsn-i şehâdet edersiniz ya

Evet!

İmâm Efendi, helâllık da iste, merhamet et...

Helâl edin hadi öyleyse şimdi hakkınızı.

Helâl edin hadi bekletmeyin adamcağızı!

Cemâatin yüreğinden kopup “helâl olsun!”

Nidâ-yı saffeti, birden cenâze, ah-ı derûn,” dediği gibi arkamızdan yürekten kopan “Helâl Olsun!” dedirte bilmektir asıl mesele…

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam...

            Selâm ve duâ ile…