Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî Mesnevî’de teşhis ve intâk sanatlarını sıklıkla kullanır. Teşhiş; kişileştirme, kişiliği olmayanlara kişilik verme, şahsiyetleştirme, şahsiyeti olmayanlara şahsiyet verme; intâk ise, konuşma kâbiliyeti olmayanları konuşturma sanatıdır. Anlatmak istediği bazı hakîkatleri eşyalar, cisimler, hayvanlar üzerinden, onları konuşturmak yöntemiyle çeşitli hikâyeler üzerine binâ ederek/kurgulayarak anlatır. Bu misallerinden bir tanesinde şöyle der:

Bir at yağmurlu bir günde yürürken, ayağını bastığı yerde çukurlar oluşur. Yağan yağmur neticesinde atın ayaklarının bastığı yerlerde oluşan çukura yağmur suları birikir. Bir müddet sonra yağmur kesilince atın ayak izleriyle oluşan çukurlardan birinde biriken suya, esen rüzgârdan gelen bir küçücük çöp düşer. Çöp, rüzgârın esintisiyle su birikintisi üzerinde sağa sola dalgalanırken bir sinek bu çöpün üzerine konar. Mevlânâ merhum, burada sineği konuşturarak sineğin:

Çöpün üzerinde bulunduğum bu su, büyük bir umman, bir okyanus… Bu üzerinde durduğum çöp, bu okyanus içerisinde yüzen büyük bir gemi… Ben ise bu geminin büyük kaptanıyım.” dediğini anlatır. İnsana komik geliyor değil mi? Sineğin, aatın ayağının bıraktığı çukurda biriken su içerisinde yüzen çöpün üzerine konup ta “Ben büyük bir kaptanım!” diyerek böbürlenip gururlanması ne kadar komikse, insanın, binler, yüzbinler, milyonlar ve milyarlarca yıldızın içerisinde bir fındık tanesi, bir nohut büyüklüğünde yer kaplamayan dünyada bir koltuk, makam, güç, servet, ihtişâm sâhibi olup da:

Ben; benim; benim varlığım; benim kazancım; benim malım; benim hayatım; benim makâmım; benim koltuğum; siz benim kim olduğumu biliyor musunuz? Siz kimsiniz ki? Beni tanımadınız galiba?” gibi kendisini önemseyen, kendisini büyülten, beğenen, yücelten ifâdeler kullanması sineğin hikâyesindeki durumdan çok daha vahîm ve acınacak bir vaziyettir. İnsanın içerisinde bulunduğu samanyolu galaksisinde yüz milyarları aşkın yıldız var, galaksi var. İnsan bunların arasında ne kadar bir yer işgâl ediyor ki az bir mala, makama, mevkîye, Kur’ân’ın ifadesiyle; “metâun kalîl=azıcık bir faydalanma” olan dünya ve nimetlerine aldanıp kendisini beğensin? “Kalbinde hardal dânesi kadar kibir bulunduran kimse, cennete giremez!” buyurulur ya hadîs-i şerifte. İnsanın kendini beğenmesi kadar büyük günah olur mu? Allah kibir, gurur, kendini beğenme, enâniyet, haset, hırs, böbürlenip büyüklenme gibi hastalıklardan bizleri muhafaza eylesin. (Bizi Kim Beğenecek)

            Gösteriş merâkının yakın dostu olan kibir cehenneme götüren sebeplerden birisidir. Kur’ân’da rabbimiz Mü’min Sûresinin 60. âyeti kerîmesinde Allah’a boyun eğip sadece O’na kulluk etmeyi kendilerine yediremeyen kibir sahiplerinin aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceği bildirilir ve; “Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış olarak cehenneme gireceklerdir!” buyurur. En kısa ifâdesiyle, kibirlenenlerin yeri cehennemdir. Çünkü kibirlenenler, Allah karşısındaki konumlarını unutarak tevâzu göstermeleri gerektiği hâlde büyüklenmekte ve bu davranışlarıyla kibirli şeytana benzemektedirler. Bu yüzden hadîs-i şerîflerde cehennemliklerin, kalpleri merhametten yoksun, kaba-saba ve kendilerini diğer insanlardan büyük gören kibirli insanlar oldukları ifâde edilmiştir.

            Kur’ân’da geçen Âd Kavmi Kıssası” Allah’ın emirlerine uymayan bir kavmin hikâyesini anlatır. Hz. Nuh’un soyundan gelen ve Yemen ile Umman arasındaki Ahkâf denilen bölgede yaşayan Âd kavmi çok zengindir ve bu zenginlikleri onları kibirli yapmıştır. Kibirleri yüzünden diğer insanlara zulmederler. Allah, Hûd peygamberi onları uyarması için görevlendirir. O, kavmini Allah’ın birliğini ve onun dinini kabul etmeye çağırır. Ama kavmi onu yalanlar ve küçük düşürmeye çalışır. Kibirlerinden Allah’ın gazâbını isterler. Allah onları kuraklıkla cezalandırır. Ama bundan da ders almazlar. Allah en sonunda gönderdiği bir kasırgayla ülkelerini yerle bir eder ve ancak Hûd ve ona inananlar bu azaptan kurtulur. Kibir, Allah’ın hiç hoşlanmadığı davranışlardan olup, zamanla insanı şirk ve zulmün karanlıklarına sürükleyen bir haslettir (Abay, 2007: 72-73).

Akşehir’liler Nareddin Hoca’ya takılırlar ve:

Hocam! Sizin evliyâlar katında ulu bir kişi olduğunuz söylenir aslı var mıdır?” derler. Hoca’nın böyle bir iddiâsı elbette yoktur ama bir kere soruldu ya altında kalır mı:

Vardır evelallah! Hem de öyle olmalı değil mi?” der muhataplarına. Muhatapları:

Hocam! Böyle kişiler zaman zaman kerâmetler göstererek bu özelliklerini herkese gösterirler. Hocam! madem kabullendin göster bir kerâmet görelim!” derler. Hoca:

Pekâlâ Efendiler! Sizleri kıracak hâlimiz yok ya!” der ve karşısında durmakta olan çınar ağacına eliyle işâret ederek:

Ey ulu çınar yanıma gel!…” diye çağırır ağacı. Tabii ne gelen ağaç var ne giden. Hoca ağaca doğru yürümeye başlar ve yanına varır. Akşehir’liler;

Ne oldu Hocam, ağacı getiremedin de kendin mi oraya gittin?” diye güldüklerinde Hoca:

Bizde kibir olmaz, o gelmez ise biz onun yanına gideriz. Dağ yürümezse abdâl yürür.” der. Bu nedenle:

“Öyle bir secde et ki; kibir yere çakılsın,

Her secdede alnına, takvâ tâcı takılsın.

Arş-ı Âlâ’ya çıksın, Hakk’a yalvaran sesin,

Yüce Rabbül Âlemin, “Hoş geldin kulum” desin.” der merhum Cengiz Numanoğlu.

Kendini beğenenler, önemli görenler ve çok önemseyenler, yapmayın, kendinize yazık etmeyin...

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam...

            Selâm ve duâ ile…