Mevlânâ Mesnevî’de, kendini beğenmiş şımarık bir fâre ile, akıllı ve alçak gönüllü bir devenin arkadaşlığını şöyle anlatır. Fâre, deveye:

Sana kılavuzluk edeyim. Yularından çeker istediğin yere seni götürürüm!” der. Deve bu küstahça teklife râzı olur. Bir süre gittikten sonra dere kenarına varırlar. Devenin diz kapaklarına bile ulaşmayan su, fâre için uçsuz bucaksız bir denizdir. Fâre, deveye:

Ben buradan geçemem!” diye fısıldar korkuyla... Deve:

Ne bekliyorsun? Kılavuz önden gider, dal bakalım suya.” diye çıkışır fâreye.

Ama...” diye kekeler fâre, “görmüyor musun su çok derin?” der. Fâre mahcup, boyundan büyük işlere giriştiği için kıpkırmızı kesilir ve deveye:

Sizin için küçük ama, bana göre çok büyük bir su!” diye inler. “Ben artık kılavuz olmaktan vazgeçiyorum. Keşke daha önce düşünseydim de boyumdan büyük işlere karışmasaydım.” der. Deve:

Evet, herkes kendi haddini hududunu bilmeli ve asla aldatıcı gurura kapılmamalı.” der yumuşak bir sesle fâreye ve hatalarından ders çıkarmasını bilenlere...

            Devenin yularından tutup çekiştiren üstüne üstlük bir de tahakküm etmeye çalışan fârenin kibirli tavrına hemen cevap vermemesi, sabretmesi ve beklemesi de ayrıca dikkat çekici bir husustur. Muhatap almayacak kadar küçük görmesinden olabileceği gibi ona bir şeyler öğretme vazifesinin sorumluluğu da olabilir. 

Abdullah b. Mes‘ûd: “İnsanı felâkete sevk eden iki şey ümitsizlik ve ucbtur. Zîrâ ümitsizliğe kapılan kişi günahlarının bağışlanmayacak derecelere ulaştığını düşünerek tövbeyi bırakır ve sonuçta kendini tamamen kötülüğe terk eder. Ucb da, insana nefsini tertemiz gösterip günahlarının farkına varmasını engeller.” der.

Beğenilme, takdir ve tebrik edilme arzusu fıtridir. Belki belli bir ölçüde iyidir de. Güzel bir söz vardır: “Tenkit tüketir, takdir üretir.” Öğrenciyi takdir etmek başarısını artırabilir. Çalışanı, işçiyi, memuru takdir etmek verimliliği yükseltebilir. Müsbet yaklaşım genellikle güzel netice verir. Ancak bizim vurgulamak istediğimiz; iş yaparken, söz söylerken bizi kimin beğenmesini beklediğimiz hususudur. “Amirim, müdürüm, öğretmenim, hocam, patronum, başkanım beğensin…” niyetiyle yapılan işleri, söylenen sözleri acaba Rabbim beğenir mi? Şöhretim artsın, servetim çoğalsın, takipçilerim takdir etsin diye yaptıklarımı acaba Rabbim takdir eder mi? Kıyâmet günü huzura getirilecek üç kişinin hâlini hepimiz biliriz. Hayırsever, âlim ve şehit. Üçü de cehenneme atılır. Sebebi de yine hepimizin mâlûmudur. Niyetleri bozuktur. Rablerinin değil insanların beğenisini hedeflemişlerdir. Bu satırları içimiz ürpererek, ellerimiz titreyerek yazıyoruz. Çünkü “yazdığımızı ve söylediğimizi kime beğendirmek istiyoruz!” endişesi kaplıyor insanın yüreğini. İhlas, işlerimizi yaratılmışların mülâhazasından tasfiye etmektir. Yâni, yalnız Rabbimizin rızâsını hedeflemektir. O’nun vereceği ecir ve mükâfatı O’nun dışında alabileceğimiz bütün mükâfatlara tercih etmektir; O’nun zikretmesini, dünyanın övüp alkışlamasına tercih etmektir; görsünler, bilsinler diye yapmanın O’nun görmezden gelmesine sebep olabileceğini bilmektir. Niyâzımız, Rabbimizin yüreklerimizde kendisinden başkasına beğendirme arzusu bırakmamasıdır. (Bizi Kim Beğenecek)

Osho; “Üç istek bizi başkalarının kölesi yapar: Sevilme isteği, beğenilme isteği, takdir edilme isteği.” der.

Mevlânâ ise; “Eşini beğen, işini beğen, aşını beğen, ama kendini beğenme!” Kendini çok beğenme kul katında, nice kendini beğenmişler var toprak altında.” diyerek özetler konuyu. İnsanoğlu Firavun ve Kârûn’lar yetişmemesi için gayret göstermeli ve buna yönelik tedbirler almalıdır. Cenâb-ı Allah; “Kibirlenip de insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Zîrâ Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez.” (31/18) buyurmaktadır... Bu nedenle malın, servetin, güzelliğin, insanların hayran kalıp alkışladığı her varlığın bir emânet olduğunu düşünemeyen kimseler, büyük bir yanılgıya düşerler.

Rabbimiz, Kārûn’un; “Bu serveti sahip olduğum bilgi sâyesinde elde ettim” diye karşılık verdi. Bilmiyor muydu ki Allah ondan önceki kuşaklardan, ondan daha güçlü ve daha çok servet biriktirmiş kimseleri helâk etmişti. Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz! Kārûn gösterişli bir şekilde kavminin karşısına çıkardı. Dünya hayatını arzulayanlar, “Keşke Kārûn’a verilenin bir benzeri bize de verilseydi! Doğrusu o çok şanslı!” derlerdi. Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle derlerdi: “Yazıklar olsun size! Îman edip iyi işler yapanlar için Allah’ın mükâfatı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.” Sonunda biz onu ve evini barkını yerin dibine geçirdik. Artık Allah’a karşı ona yardım edecek adamları olmadığı gibi, kendi kendini kurtarabilecek durumda da değildi. Daha dün Kârûn’un yerinde olmayı isteyenler bu defâ, “Yazıklar olsun bize! Demek ki Allah rızkı kullarından dilediğine bol bol, dilediğine de ölçülü veriyormuş. Allah bize lutufta bulunmuş olmasaydı, bizi de mutlaka yerin dibine geçirmişti. Vah ki vah! Demek inkârcılar iflâh olmazmış!” der oldular...” (28/78-82) buyurmaktadır.

“Ama suçluluğu kesinleşmiş olanlara artık günahları sorulmaz” ifâdesi, suçluların yaptıklarından sorumlu olmayacakları veya onların hesapsız kitapsız cehenneme sürüklenecekleri anlamına gelmez. Bu ifâde, söz konusu suçluların yapıp ettiklerinin suç ve günah olduğunun âşikâr olarak bilinmesi sebebiyle âkıbetlerinin de bir felâket olduğunun apaçık gerçek olarak bilindiği anlamına gelmekte ve sarsıcı bir uyarı maksadı taşımaktadır.

Dünya hayatına düşkün olanlar Kârûn’un servet ve ihtişamını gördükçe onun şanslı bir insan olduğunu düşünüyor ve onun yerinde veya onun kadar zengin biri olmak istiyorlardı. İlim ve irfan sâhibi kimseler ise onları kınayarak bu tür özentilerin yersiz olduğunu söylüyorlardı. Zîrâ dünyadaki servet geçici, âhiret ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. 80. âyete göre âhirette bu nimetlere kavuşabilmek için îman, sâlih amel ve sabır sahibi olmak gerekmektedir.

Kârûn, evi barkı ve bütün servetiyle birlikte yerin dibine batırıldı. Daha önce onun ihtişamına imrenip özenenler bunu görünce söylediklerine pişman oldular ve Allah’ın verdiği rızka râzı olmak gerektiğine, nankörlerin iflah olmayacaklarına kanaat getirdiler.

Kârûn kıssası, servet ve gücüne güvenerek, kendini imtiyazlı ve büyük görüp Allah’a isyan, insanlara karşı haksızlık eden ve bu sûretle sınırı aşanlar için asırları aşıp gelen bir ibret tablosu, bir öğüt levhâsıdır. (Kur’an Yolu Tefsiri) Hâsılı kelâm-ı kibarda denildiği gibi; “Kendini översen güvenen, kendini kötülersen de inanan bulamazsın.”

Kur’ân-ı okuyup, yazsan ezbere,

Şöhretin tez varsa, gittiğin yere,

‘Kalbim temiz’ desen, günde bin kere,

Secde yoksa eğer, bil ki bedende;

Bir gizli kibir var, ille de sende...” der merhum Cengiz Numanoğlu anlayana...

UNUTMAYIN! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam...

            Selâm ve duâ ile…