Sultan II. Mahmud devrinin tanınmış âlimlerinden Palabıyık Hoca nâmıyle ma’rûf zât-ı şerîf, her derse başlarken bir ıslık çalar arkasından; “Çoban düdüğü çaldı!” dedikden sonra ders takrîrine başlar. Talebeleri bunun sebebini sorarlarsa da, o her seferinde, “Zamanı gelince anlatırım!” der geçiştirir.

Nihâyet Hoca Efendi’nin keyifli bir gününde, meşhûr ıslığı ile tekerlemesinin sırrını açıklamasını yine ricâ ederler. Hoca Efendi’de o gün Fâtih Câmi-i Şerîfinde yapacağı derste bu mes’eleyi anlatacağını söyler. Vakit namazı kılındıktan sonra Hoca Efendi kürsüye çıkarak mu’tad mukaddimeden sonra anlatmağa başlar.

Biz, medrese tahsîlinde iken iki arkadaşımla bir ramazanda cerre (sohbete) çıkmıştık. Yolda giderken, yağmura tutulduk ve geniş dallarıyla etrâfa kanat germiş bir ağacın altına girerek ıslanmaktan kurtulduk. Bu sırada yanımıza o civarda sürüsünü otlatan bir de çoban geldi ve bizlere selâm verdi. Biz üç arkadaş, yağmurun devam edip etmeyeceğini, ederse fazla ıslanmadan geri dönmemizin uygun olacağını tartışıyorduk. Bir türlü karar veremiyorduk, yağmur da devam ediyordu. Bu sırada, bizi hayretle dinleyen çoban söze karıştı, kıyâfetlerimizden anlamış olacak ki, kendisine has sâfiyetle:

▬ Hoca Efendiler! Size bir şey söyleyeceğim ama sakın bana gücenmeyin. Geçen yıl bizim köye gelen bir Hoca Efendi câmi-i şerîfde va’z etti, yağmur yağarken edilen duâlar kabûl olurmuş, bilmem doğru mudur?” diye sordu. Üçümüz de:

▬ Evet doğrudur!” diyerek tasdîk ettik. Çoban:

▬ Peki! Mâdem ki doğrudur, üçünüz de hoca olduğunuz halde neden duâ etmiyorsunuz? Baksanıza rahmet yağıyor...” dedi. Hepimiz başlarımızı önümüze eğdik ve çobanın haklı teklifine uyarak çoban da dâhil olmak üzere duâ ettik ve Allah’dan murâdlarımızı ihsân buyurmasını niyâz ettik. Duâdan sonra çoban tekrar:

▬ Rabbim hepimizin duâlarını kabûl buyursun. Yalnız duâlarımızın kabûl buyurulup buyurulmadığını anlamak için hepiniz Allah’dan neler niyâz ettiğinizi bana söyleyiniz bakalım...” deyiverdi. Arkadaşlarımdan biri:

▬ Ben, Rabbimden dünyâ malı ve zenginlik istedim. Hattâ öylesine bir servet bahş ve ihsân buyurmasını niyâz ettim ki, zamânın pâdişâhına bile ödünç verebileyim...” dedi. İkinci arkadaşım duâsını:

▬ Ben de Rabbimden ilmiye mesleğinde yükselmeği ve Şeyhülislâmlığa kadar terfi’ etmeği niyâz ettim...” diye anlattı. Ben de çobana duâmı:

▬ Ben de Rabbimden öyle bir ilim istedim ki, zamânımda benden daha âlim bir kimse bulunmasın ve ilmimle dîn kardeşlerime her ma’nâda faydalı ve yararlı olayım.” diye anlattım. Sonra birden aklımıza geldi ve biz de çobana:

▬ Ey çoban kardeş! Allah senden râzı olsun, bize hatırlattın hepimiz gönlümüze göre duâ ettik ve neler niyâz eylediğimizi de sana söyledik. Haydi, şimdi söyle bakalım, sen ne diye duâ ettin?..” diye sorduk. Sıra geldi o tanımadığımız çobana, çoban boynunu büktü ve önüne bakarak ellerini kaldırdı, içli bir şekilde mırıldandı:

▬ Ben Rabbimden ne isteyebilirim ki? Câhil bir çobanım, okumam yok, yazmam yok! Dedim ki, Allah’ım! İlmim yok ki senden öğrenci isteyeyim. Ticâretten hiç anlamam ki senden dükkânlar dolusu mal isteyeyim. Yâ Rabb! Şu fakir, garip kulunu sevdiğin peygamberin Hz. Muhammed’e (s.a.v.) komşu eyle. Ben senden râzıyım, sen de benden râzı ol!” diye duâ etti, biz de âmin dedik… Merhum Cengiz Numanoğlu’da beyitlerinde:

Öyle bir duâ et ki, melekler şâhit olsun,

Açtığın ellerine, hidâyet nuru dolsun.

Allah’a yakarışta, samimiyet tâc olsun,

Kıldığın her namazda, secdeler mirâc olsun… derken sanki bu çobanı tarif ediyor.

Aradan yıllar geçti, tahsîli bitirdik ve hayâta atıldık. O gün, yağmur yağarken ağacın altında Allah’tan dünyâ malı ve zenginlik niyâz eden arkadaşım, öyle bir servete sâhip oldu ki, gerçekten devlete ödünç para verecek hâle geldi. İkinci arkadaşım da dilediği gibi Şeyhülislâmlık makâmına kadar ulaştı. Ben ise, gördüğünüz gibi yıllardır câmi câmi dolaşıp dîn kardeşlerime faydalı olmağa çalışıyorum ama her üçümüzün de sonumuzun ne olacağı belli değil...Oysa o saf çoban alacağını bizim gibi yıllarca beklemeden hemen oracıkta aldı ve Hakk’ın rızâsına mazhar oldu. Onun için, derslerimden önce ıslık çalıyor ve sizlere “ÇOBAN DÜDÜĞÜ ÇALDI!” (Onların örfünde bir adam kurtulduğu zaman düdüğü çaldı denirmiş. Ben biliyorum deyip benlik dâvâsında olandan daha iyi duâ yaptırdı Allah çobana). diyorum... Bizim duâmız kabul olduğuna göre çobanın da duâsı kabul olmuş görünüyor. Biz dünyalık istedik o ebedî kurtuluş istedi ve muhtemelen kurtulmuştur. İşte bu çoban kadar basîretli olamadığım için hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş basîret ve îzan olmayınca!” der. Mevlâm basîretimizi artırsın.

Oysa çobanın isteği... Düşünebiliyor musunuz? Bütün dünya sizin olsa, yeriniz cehennem ise ne kıymeti var. Dünyada bir iğneniz olmasa, cennet sizi beklese daha ne istersiniz. Evet! Çoban düdüğü çalmadı da ya kim çaldı? Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’inde “Duâ edin duânızı kabul edeyim!” (2/186) buyuruyor. Duâları kabul eden Cenâb-ı Hakk, cenneti isteyen kullarının ve çobanın duâsını reddeder mi? Aziz Mahmud Hüdâi’nin dediği gibi:

Neyleyeyim dünyâyı, Bana Allah’ım gerek,

Gerekmez mâsivayı, Bana Allah’ım gerek…

Ehl-i dünyâ dünyâda, Ehl-i ukbâ ukbâda,

Her biri bir sevdâda, Bana Allah’ım gerek.

Fâni devlet gerekmez, Türlü zînet gerekmez,

Haksız cennet gerekmez, Bana Allah’ım gerek…

Bülbül güle eder zâr, Pervâneyi yıkmış nâr,

Her kulun bir derdi var, Bana Allah’ım gerek.

Beyhûde hevâyı ko, Hakkı bulagör yâ hû,

Hüdâyî’nin sözü bu, Bana Allah’ım gerek…” derken; Necip Fâzıl ise;

            “Ağlayın, su yükselsin! Belki kurtulur gemi.

Anne, seccâden gelsin; Bize duâ et, emi!” beyitlerinde meseleyi özetler vesselam...

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .”

            Selâm ve duâ ile…