Bir anne eşiyle birlikte otobüs yolculuğuyla uzak bir şehirde askerlik vazifesini yapmakta olan biricik evlâtlarını ziyâret için yola çıkarlar. Yolda giderken zaman zaman boynuna bir şey battığından şikâyet eder anne ve kocasına:

▬ Bey! Bir bakıversen, sanki sırtımda bir şey var?” derse de eşi:

Hanım, bu kalabalıkta bu kadar insanın arasında nasıl bakayım, ayıp olur.” diye eşine itiraz eder de: “Hele bir sakinleyelim, uygun bir hâl bulduğumuzda bakarım.” diyerek yola devam ederler. Oğullarını, askerlik yaptığı şehre geldiklerinde, birliğinden izin alarak bir süre için dışarı çıkarırlar. Bir mesîre alanında ağacın gölgesine otururlar. Biraz sakinleştikten sonra anne oğluna:

Oğlum, babana yol boyunca söyledim ama ayıp olur diye bakmadı, bakacak bir fırsat da bulamadı. Şu sırtıma/boynuma bir bakıver. Elini bir uzat, sanki batan bir şey var” der. Delikanlı tereddütsüz elini annesinin sırtına uzatır ve bakar. Annesinin sırtında nasıl girdiği ve anneye zarar vermeden nasıl kaldığı bilinmeyen bir akrep çocuğun uzanan parmağını sokar ve çocuk oracıkta sâniyeler içerisinde can verir.

Ölümü bâzen sırtımızda taşırız, bâzen koynumuzda. Bâzen en sevdiğimiz bir kimseye ölüm bizim elimizle, aracılığımızla gelir. Ölüm her zaman ve her yerde, bilip bilemediğimiz her zeminde karşımıza çıkabilir. Rabbimiz Kur’an âyetleriyle bu âkıbeti bizlere öğretir. Her gece karşı karşıya kalabiliriz beklenmedik neticelerle: “Allah ölüm vakitleri geldiğinde insanları vefât ettirir, ölmeyenleri de uykularında ölmüş gibi yapar. Ölümüne hükmettiklerini tutar, diğerlerini ise belli bir süreye kadar bırakır. Kuşkusuz bunda iyice düşünenler için dersler vardır.” (Zümer, 42) Ve “Allah, eceli geldiğinde hiç kimseyi (ölümünü) ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Munâfikûn, 11) Îman, güzel ahlâk, sâlih ameller ve hâlis niyetlerle Rabbimize varacağımız güne hazırlıklı olmanın gayreti içerisinde olmalıyız. Necip Fâzıl ne diyordu:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...

Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!

Kapı kapı, yolun son kapısı ölümse;

Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!

O dem çocuklar gibi sevinçten zıplar mısın?

Toprağın altındaki saklambaçta var mısın?

Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var;

Oh ne güzel, bayramda tahta ata binmek var.!...

Ufka bakarlar; ölüm uzakta mı uzakta...

Ve tabut bekler, suya inmek için kızakta...

Dünya işlerimizi yürütürken, dengeli ve hırsa kapılmadan, ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir hayat için çalışırken; hemen yarın terk-i dünya edebileceğimiz hakîkatinin bilinciyle bizi âhiret âleminde, ebedi cennete taşıyacak olan hayırlı işlere, amellere, ibâdetlere ağırlık ve ehemmiyet vermeliyiz. Rabbimiz hesâbı verilebilir bir hayatla huzuruna varabilmeyi, cennet ve cemâli ile müşerref olabilmeyi nasip eylesin. (Bizi Kim Beğenecek) İbn Hazm; “Mutsuzlukların çoğu, beklentilerin fazlalığındandır. Beklentiyi azalttığımızda hayatın yükü hafiflemektedir. Beklenti dert, beklentisizlik dermandır. Kendimize yapacağımız en güzel iyilik, taşıyabileceğimiz kadar beklenti içerisinde olmaktır.” diye olayı ne güzel özetler.

Kur’an’da, yer yer dünyaya aşırı düşkünlük göstermenin tehlikelerine ve dünya hayatının varlık sebebi olan sınavın îcaplarından olarak insana bâzı şeylerin câzip gösterildiğine sık sık değinilir. Kişiye yüklenen ödev, onun âilesiyle ilgilenmemesi, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmaması değil, hayatın tabii akışı içinde ve insanın doğasının bir gereği olarak zâten gösterilmekte olan bu ilgi ve meşguliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah’a kul olma bilincini yitirmeye sebep olacak bir sapmaya yol açmamasıdır (3/14; 8/28; 34/37; 64/14).

İnsan kendisini dünya telâşının anaforuna kaptırırsa, âhiret için bir şeyler yapmak gerektiğine inansa bile, henüz önünde uzun bir ömür bulunduğunu düşünüp varlık amacına ilişkin görevlerini ileriye erteleme gibi yanılgılara kapılır. Değişmez gerçek olan ölümle yüz yüze geldiği zaman ise kendisine ek süre verilmesi için yalvarır. Ama sınav süresi dolmuş, artık sıra değerlendirmeye gelmiştir (23/99-100; 6/2;7/34).

Kur’an’da münâfıkların başkaları için ve Allah yolunda yapılan harcamalar (infak) konusundaki hasis tutumları kınanır ve insanı lâyık olduğu yerde tutacak olan iki temel davranışa vurgu yapılır: 1. Allah’ı anmayı yâni O’nun kulu olduğunu unutmamak, 2. Sahip olduğu imkânları gönüllü olarak başkalarıyla paylaşmaya çalışmak. İnsanî değerler bakımından düşük düzeyde olan bireyler ve toplumlar, başkalarından ne koparabilecekleri, bu açıdan yüksek düzeyde olanlar ise başkalarına ne verebilecekleri üzerinde yoğunlaşırlar. İnsanlık tarihindeki çekişmelerin ve geliştirilen sosyal düzenlerin özü de bu iki noktadan bağımsız değildir (Kur’an Yolu Tefsiri). Yaşamın özeti Necip Fâzıl’ın:

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azraile “Hoş Geldin!” diyebilmekte hüner…” dediği gibi ölüme Azrâil (as)’ın:

▬ Ey İbrâhim vakit tamam! Emâneti teslim alacağım!” dediğinde İbrâhim (a.s)’ın:

▬ Ey! Azrâil Rabbime söyle “Seven sevdiğinin canını alır mı?” diye îtirâza yeltendiğinde Rabbimizin:

▬ Ey Azrâil söyle İbrâhim’e; “Seven sevdiğinden gitmekten kaçar mı?” dediğinde İbrâhim Halîlullah’ın (a.s):

▬ Öyleyse görevini hemen tamamla. Ben Rabbime (sevgilime) gitmek istiyorum!” cümlelerinde ete kemiğe bürünen yaşamın son anında ölüme: “Hoş Geldin!” diye bilmektir bütün mahâret. Yoksa büyüklenenler, kendini büyük zannedenler, yürürken dağları ben yarattım edâsıyla gezenler, insanları küçümseyen kibir âbideleri yine üstâdın tâbiriyle şunu aslâ unutmayın:

“Sultan olmak dilersen, tâcı, sorgucu, unut!

Zafer araban senin, gıcırtılı bir tabut!” son binitimiz tabut olacaktır…

HÂSIL-I KELÂM! “Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar. . .” Vesselam...

            Selâm ve duâ ile…