Bir gün, bir ciğerci dükkânının önünden geçerken, parası olmadığı hâlde içeri dalar ve iki porsiyon ciğer yer ve ardından da, garsonu çağırarak parasının olmadığını, sonra vereceğini söyler. Konu şef garsona intikal eder. Şef garson ise bunu kabul etmez;

Ya parayı ödersiniz ya da bugün bulaşıkları siz yıkarsınız” der. Neyzen:

Öyleyse arka sokakta bir dostum var, bir pusula yazayım da ona götürün. O parasını verir” der. Şef garson:

Tamam ben giderim” der, tarif edilen yere varır. Görüştüğü adama:

Efendim, bu pusulayı size Neyzen Bey gönderdi” der. Neyzen’in dostu, pusulayı okuyunca tebessüm eder ve kaç porsiyon yediğini sorar. Garson:

Efendim, iki porsiyon yedi” der. Dost, üç porsiyon ciğer parası vererek:

Bir porsiyon daha yesin” der. Şef garson bu cömertlik karşısında meraklanır ve sorar.

Efendim para önemli değil, biz de karşılarız; yeter ki pusulada ne yazdığını söyleyin.” Zaman olur, fenâlardan güzel kelâm sudûr eder. Velhâsıl; Neyzen’in dostu, pusulayı uzatır. Pusuladaki yazı, topu topu bir beyitten ibârettir:

“Dağladı ciğerci, ciğerimin yarısını;

Ciğerparem, veriver, ciğercinin parasını.” Vay be! Hem dem olmak, herhâlde, böyle olsa gerektir. Birbirine bâzen ciğerinin, bazen de değerinin bedelini ödetir, dostlar. Bu kimse, Neyzen de olsa, Tamburî de olsa… Yeter ki dost, “dost” olsun; dostluklar dâim olsun, kâim olsun! Yani dost, matematiksel olmalı; sevinci çarpmalı, üzüntüyü bölmeli, geçmişi çıkarmalı, yarını toplamalı, kalbinin derinliklerindeki ihtiyacı hesaplamalı ve her zaman bütün parçalardan büyük olmalı. İşi bitince seni bir tarafa atmamalı...

Sen gülerken yanındakiler de güler,

Ama ağlarken yalnız ağlarsın,

Onun için öyle bir ağaca yaslan ki,

Asla yıkılmasın.

Öyle bir dost edin ki,

Asla seni bırakmasın.

Hadis-i şeriflerde buyruluyor ki; “Her kim ki kardeşinin ayıbını örterse Allah da dünya ve ahirette onun ayıbını örter.” “Sizden herhangi biriniz arkadaşını sevdiği zaman ona ‘Seni Allah rızası için seviyorum’ diye haber versin.” Kardeşlerini dünya ve ahiret meselelerinde uyaracaksın. Bütün bunları o çirkin fiilinden vazgeçsin diye yapacaksın. Onun ayıplarına dikkatini çekmelisin, kötüyü onun gözünde kötü göstermeli, iyiyi de kendisine iyi göstermelisin.

Fakat bunları yaparken hiç kimsenin bunları fark etmemesine dikkat edeceksin. Zira huzurda yapılan tenkitler, azarlamaktan ve rezil etmekten başka bir şey değildir. Gizlice yapılan tenkitler ise şefkat ve nasihattir. Çünkü Allah’ın Resulü şöyle buyurmuştur: “Mü’min mü’minin aynasıdır.” “Mü’min geç kızar, çabuk razı olup barışır.” buyrulmaktadır.

Muhabbet ve buğz nefsî değil, Allah için olmalı ki; Allah’ın râzı olacağı, kardeşlik haklarına uyulan dostluklar kurabilelim.

Peki, madem ki Hz. Ebu Bekir gibi bir sadık yok çevremizde, ne yapacağız? Yapmamız gereken nedir? Buna cevabımız şu olur: Yüce Allah’ı yâr ve O’nun Peygamberini yâren kabul etmemiz lazım. Oraya sığınacağız. Kapımız orası olacak. Bütün kapıları kapatın, sadece Yüce Allah’a ve O’nun Peygamberine açılacak kapıyı aralık tutalım. Sözümüzü üstad Karakoç’la bitirelim.

“Burdayım” de ararlarsa.

Doğru söyle, sorarlarsa.

Tabutuna sararlarsa,

Bayrak senden incinmesin.

İl göçsün göçtüğün vakit.

Yol yansın geçtiğin vakit.

Suyundan içtiğin vakit.

Kaynak senden incinmesin.”

Selâm ve duâ ile…