Hoca Efendi, Uhud dağına uzun uzun bakar ve sorar hûccaca:

▬ Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi?” Cevap yok. Tekrar eder:

▬ Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi?”

▬ Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi?” Sonunda muhibbanları mahçup bir şekilde:

▬ Bilmiyoruz hocam, söyleyin de öğrenelim.” derler. İşte o an her birimizin beynini, kalbini titretmesi gereken şu kelamlar dökülür Hoca Efendinin dilinden:

▬ Okçular tepesini terk eden sahabeler kimdi? İnanın bunu ben de bilmiyorum. Aslında hiç kimse bilmiyor! Bu asla İslâm tarihinde de yazmaz. Hatta o okçular kimdi öz çocukları dâhi bilmez, hanımları da bilmez. Çünkü Ashab-ı kiram kimseye söylememiş, saklamış! Ağızlarından bu konu hakkında hiçbir şey çıkmamış. Hatta ve hatta yıllar sonra Cemel, Sıffın gibi hâdiselerde birbirlerine ters düştükleri vakitlerde bile;

▬ Sen zaten Uhud’da da tepeyi terk etmiştin!” dememişler! Orada dâhi birbirlerini hataları ile vurmamışlar. Ya Rabbi. Bu nasıl bir ahlak! Bu nasıl edep! Bu nasıl vefâ! Bu nasıl erdem!

            Bizler, Uhud’un aslında bir yenilgi değil zafer olduğunu yeni anladık. Bu ne edeb. Birbiri hakkında konuşmak için en ufak bir fırsatı kaçırmayan, hatta “amaan olanı söylüyorum, benim niyetim temiz” diye nefsini aldatıp ağzından akan kardeşinin ölü etinin kanlarını temizleyeceği en ufak bir fırsatı kaçırmayan bizlerin buradan alacağı çok ders var... Şu sözleri mıhlayalım gönlümüze, şeytan bize her yaklaştığı an tekrar edelim.

Þ Hayatında kimsenin ayıbını örtmemiş biri, Uhud şehidi Hz. Hamza’ya hangi yüzle Fatiha okuyabilir ki?”

Þ Hayatında kimseye vefâ gösterip dost olmamış biri, Hz. Ebubekir’e hangi yüzle Fatiha okuyabilir ki?

Þ Hayatında kendi evlâdına dâhi âdil olamayan biri, Hz. Ömer’e hangi yüzle Fatiha okuyabilir ki?

Þ Hayatında edep nedir bilmeyen biri, meleklerin dâhi hâyâ ettiği Hz. Osman’a ne yüzle Fatiha okuyabilir ki?..”

Þ Kıldığı namazda okuyacağı üç beş sûreyi öğrenmeye tenezzül dâhi etmeyen biri, ilmin kapısı Hz. Ali’ye ne yüzle Fatiha okuyabilir ki?..”

Þ Allah yolunda bir fiske dâhi yememiş olan biri, Habbab’a, Bilal’e, Yasir’e ne yüzle Fatiha okuyabilir ki?..”

Bu güzel günlerimiz, sağlığımız, zamanımız, imkanlarımız, evlatlarımız ellerimizden kayıp gitmeden, geç kalmadan artık bunların idrâkine varmalıyız. Çünkü emredilen ibâdetler öyle ibâdetlerdir ki, bize anlatmak istedikleri şey; Uhud okçuları misâli, birbirimizi öyle örteliyiz ki, belki bunun hürmetine âhirette Rabbimiz de kimsenin bilmediği nice günahlarımızı örtsün, açmasın, utandırmasın, mahcup etmesin bizleri... Birbirimizi çekiştirmek, “yahu olanı söylüyoruz” demek zâten gıybettir, olmayanı söylersen “iftira” olur. Bizler öyle olgun başaklar olmalıyız ki, ancak tevâzu eğsin başlarımızı;

  • Acaba ben affolundum mu?
  • Acaba bu imtihan benim başıma gelse ben ne yapardım?
  • Hakkında konuştuğum kişi cehenneme girse, benim cennette yerim mi artacak?
  • Rasulullah mahşerde ümmetim diye haykırırken, ben kime kusuyorum bu kini!” diye kendimizi sorgulamalıyız... Sorgulamalıyız ki; tebessümle, yalnız kendi günahlarımıza adapte olarak öyle büyük tövbeler, öyle güzel istiğfarlar, öyle hoş duâlar ederek, Vahşi ile Hz. Hamza’nın el ele gireceği cennetten bizde bir pay alabilelim... Zîrâ “hayat kısa, yol çok çetin...”

Selâm ve duâ ile…