Bâyezîd-i Bistâmî, Dicle Nehri’nin karşı yakasına geçecektim. Nehrin iki yakası bana yol vermek için kerâmeten birleşti. Derhâl kendimi toparladım ve Dicle’ye yönelerek:

▬ Yemin olsun ki ben buna kanmam! Zira sandalcılar, insanı yarım akçeye karşıya geçiriyorlar. (Sen ise, otuz yıldan beri mahşer için hazırladığım amel-i sâlihlerimi istiyorsun.) O hâlde yarım akçe için, otuz yıllık ömrümü (kendimde bir varlık ve benlik hissetmeme sebep olacak böyle bir kerâmet uğruna) ziyan edemem. Bana Kerîm gerek, kerâmet değil!” der ve sandala ücretini ödeyerek karşı tarafa geçer.

Nefse hoş gelen bir fiil olarak kerâmet, gerçek Hak dostlarının büyük bir hassâsiyetle üzerinde durdukları bir meseledir. Zîrâ kerâmeti bir kenara koyup bir anlık zorluğa katlanmanın bedeli, ya geçici bir yorgunluk ya da üç-beş kuruş masraf veya kulların gözüne meçhul kalmaktır. Ancak kerâmete sarılmanın bedeli ise, bazen o âna kadar yapılan amel-i sâlihlerin tamamıdır ki, bu insanı ebedî âleme eli boş götüren bir gönül iflâsıdır. Onun için bütün ârifler, Hakk’ın murâd etmesi müstesnâ, halkın rızâsını ve takdîrini kazanmak demek olan kerâmete aslâ meyletmemişler, dâimâ Kerîm olan Mevlâ’nın rızâsını tahsîle gayret etmişlerdir.

Yani kul için mühim olan, Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını tahsil yolunda samimiyet ve tevâzû ile yürümektir. Bu yolculuktaki aldatıcı gölgeliklerde oyalanmamaktır.

Ayrıca îmandan ihsâna ulaşmayı hedefleyen takvâ yolculuğunda, keşif ve kerâmetlere ermek veya ermemek, mânevî ilerlemenin yegâne ölçüsü değildir. Nitekim pek çok rivâyette peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olduğu bildirilen Hz. Ebû Bekir’in dâhi fizikî ve zâhirî kerâmetine dâir rivâyet neredeyse yoktur. Onun en büyük kerâmeti, Allah Rasûlüʼne olan eşsiz sadâkati, müstesnâ teslîmiyet ve itaatidir. Peygamber Efendimizʼin örnek şahsiyetine âit bütün husûsiyetlerin, ona en yüksek seviyede sirâyet etmiş olmasıdır.

Bu bakımdan mânevî terbiye yolculuğunda, keşif ve kerâmetlere ermeden tekâmül etmenin, daha hayırlı olduğu ifâde edilmiştir. Zira bu gibi hâlleri müşâhede edenler, beşer olmak sıfatıyla gurura kapılabilirler; kendilerinin, nasıl olsa tekâmül ettikleri düşüncesiyle mânevî gayretlerini azaltma yanlışlığına sürüklenebilirler.

Kendisini eh-i kerâmetten gibi gören şarlatanın biri yanındakilere:

▬ Şuan dünyada üç ehli kerâmet var. Biri şu şehirdeki falan kişi, diğeri şu şehirdeki falanca kişidir.” der. Yanındakiler:

▬ Diğeri kim?” diye sorarlar ısrarla. Söylemek istemez. Biraz daha zorladıklarında benim diyecektir ama diyemediği için:

Zorla söyleteceksiniz ha!” der. Benim diyemez. Örneğinde olduğu gibi.

            Bu nedenle Bistâmî gibi olalım ve “Bize Kerîm lâzım, kerâmet değil.”

Bu meyânda Sehl bin Abdullâh et-Tüsterî, ne güzel buyurur: “Kerâmetlerin en büyüğü, kötü huyları, iyi huylarla değiştirmektir. Üstelik bazı kerâmetler, ağlayan çocuklara oyalansınlar diye verilen bir oyuncak gibidir. Bunu velîler değil, ancak gaflet erbâbı arzu eder. Onlar bununla oyalanır ve nicelerini de oyalarlar.” Onun için her dâim en mühim mesele, Cenâb-ı Hakk’ın: “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!” buyruğunu îfâdır.

İşte en büyük kerâmet, bu emr-i ilâhîyi her an yaşayabilmektir. İbâdet hayatımızda, iş hayatımızda, âile hayatımızda, ictimâî hayattaki muâmelâtımızda, velhâsıl her ahvâlde, emrolunduğumuz doğruluk ve dürüstlüğü muhâfaza etmektir. Kurʼân ve Sünnetʼte bizler için tâyin edilmiş olan istikâmeti, yâni sınırları ve ölçüleri, hayatın her safhasında titizlikle koruyabilmektir. “İstikâmet”in mâhiyetini ise Cenâb-ı Hak bizlere şöyle beyan buyurmaktadır: “(Rasûlʼüm! Sen) sırât-ı müstakîm üzeresin.” Demek ki sırât-ı müstakîm, yani dosdoğru istikâmet; en büyük örnek şahsiyetimiz olan Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizʼin yoludur. Bize de Cenâb-ı Hak; “Bizi dosdoğru yola hidâyet eyle.” niyâzını namazın her rekâtında tekrarlatmak sûretiyle, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizʼin yolunu istememizi telkin buyurmaktadır.

Selâm ve duâ ile...