Mesnevî’de eski kültürlerden süzülüp gelen, bir bakıma insanlığın ortak malı sayılan çok miktarda hikâye yer alır. Mevlânâ, bunlardan bazılarını nereden aldığını kendisi söyler. Hikâyelerin çoğu da muhtemelen şifahî kültürle edindiği birikimin eseridir. İşte o harika hikayelerden biri.

Hindistan’da kurulan Türk İmparatorluğu sultanlarından meşhur Gazneli Mahmut bir gün saray erkânıyla berâber ava çıkar. Avda bir geyik görür. Sultan Mahmud geyiği vurmak için atıyla peşine düşer. Tam yakalayacakken önündeki geyik geri dönüp:

Senin vazifen beni vurmak mı, sen bu iş için mi yaratıldın?” der. Geyiğin dile geldiğini gören Sultan hayvanın peşini bırakır ve kan ter içinde bir köye varır. Köyün girişinde bir ev görür ve su içmek için atından inerek eve girer. Evde sadece 8-10 yaşlarında bir çocuk vardır. Gazneli çocuktan su ister. Gelenin şahsın atından, kıyâfetlerinden ve tavırlarından Sultan olduğunu anlayan çocuk:

Siz biraz oturun, babam suya gitti. Şimdi gelir, size suyu veririm” der ve misâfirin atını gezdirmeye başlar. Padişah biraz oturup, teri soğuduktan sonra çocuk içeri girer ve bir bardak suyu Sultan’a takdim eder. Gazneli çocuğa;

Niçin yalan söyledin, hâlbuki evde su varmış?” dediğinde çocuk, elinde su testisi ile sudan gelen babasını göstererek:

Sultanım, ben yalan söylemedim. Babam hakikaten suya gitti. Fakat ben sizin hararetiniz geçsin de içtiğiniz su size zarar vermesin diye, suyu hemen vermedim” diye cevap verir. Çocuğun bu zerâfeti ve ferâseti Sultanın son derece hoşuna gider. Onu babasından izin alarak sarayına getirir. Sultan çocuğa yanına hiçbir şey almasına gerek olmadığını söyler. Ancak çocuk yanında bezle sarılı bir şeyler getirmekte ısrar eder. Fakat bu bezin içinde ne olduğunu kimse bilmez.

Saraya yerleşen Ayaz ismindeki çocuk bir taraftan tahsilini tamamlarken, diğer taraftan da Bilge Sultan’ın “sohbet meclislerine” iştirak etmektedir. Küçük yaşlarda Padişah’ın takdir ve hayranlığını kazanmaya devam eder. Ayaz, Sultan’ın öylesine îtimadını kazanır ki, bütün sultanlığın haznedârı tâyin edilir ve en kıymetli mücevherler, taşlar ona emânet edilir. Ayaz’ın Padişah nezdinde bu derece takdir görmesi bazı saray erkânının kıskançlığına sebebiyet verir.

Hasetlikleri ve kibirleri yüzünden basit birine böyle bir mevki verilmesini, kendi rütbelerine çıkarılmasını hazmedemez hâle gelirler. Bu duygular içinde, özellikle Sultan’a yakın olanlar, Ayaz’dan her gün şikâyet etmeye, îtibârını zedelemek için ellerinden geleni yapmaya başlarlar. Bir gün Sultan’ın huzurunda bir saraylının diğerine şöyle dediği duyulur:

Ayaz’ın sık sık hazineye gittiğini biliyor musun? Onun mücevherlerimizi çaldığından adım gibi eminim...” Bunu duyan Sultan kulaklarına inanamaz. İşin aslını kendi gözlerimle göreyim, diyerek hazine dâiresinin duvarına küçük bir delik açtırır ve içeride olanları izlemeye başlar. Ayaz gelip sessizce içeri girer. Bir kenarda sakladığı küçük bohçayı öpüp başına koyduktan sonra açar, içinden çıkan ve köyde iken giydiği yırtık pırtık elbiseyi alıp aynanın karşısına geçer ve kendi kendine:

Bu elbiseyi giydiğin günler kim olduğunu hatırlıyor musun? diye sorar ve devam eder; “Bir hiçtin sen... Hepsi hepsi satılacak basit bir köleydin ve Allah Sultan’ın eliyle sana rahmetinde belki de hiç hak etmediğin nimetler lütfetti. Sen buydun, bunlarla geldin. Yine busun, elde ettiğin mevkiye aldanma. Asla nereden geldiğini unutma. Çünkü mal-mülk insanın hafızasını uçurur, unutuluşlara sürükler. Şimdi sen de nimetçe senden aşağı olanlara kibirle bakma ve dâima hatırla Ayaz hatırla!”

Sultan’ın gözyaşları...

Daha sonra giysiyi katlayıp bohçasına, bohçayı da âit olduğu yere koyar, dâirenin kapısını kilitlemeye hazırlanırken Sultan’la yüz yüze gelir. Sultan bir yandan Ayaz’ı izlerken, bir yandan da gözlerinden yaşlar süzülür. Boğazı düğümlenir, sesi kısılır... Güçlükle:

Bugüne kadar mücevherlerimin hazinedârıydın, bundan sonra kalbimin de hazinedârısın. Bana, benim de önünde bir hiç olduğum kendi sultanımın önünde nasıl davranmam gerektiğinin dersini verdin” diyebilir...

Ayaz gibi ferâset sahibi, zekî ve becerikli halk çocukları her zaman ve her yerde bulunur. Yeter ki onları keşfedecek, bulup değerlendirecek Sultan Mahmutlar olsun, yeter ki onların önünü açacak imkânlar doğsun.

Mevlânâ bu hikâyede, önemli bir insanın öncesini ve sonrasını anlatmakta, varlığa ve benliğe kapılmanın hoş bir şey olmadığını hatırlatmaktadır.

Yokluktan varlığa ulaşmak, kıt imkânlardan sonra müreffeh bir hayata kavuşmak hayatta ciddi bir sınavdır. Bu sınavda herkesin başarı gösterdiğini söylemek mümkün değildir.

Tuzağa düşmemek için iyi bir ruh eğitimine ve manevî olgunluğa sahip olmak gerekir. Bu da ya Ayaz gibi doğuştan veya sonradan eğitimle kazanılacak bir niteliktir.

Kaybetme korkusunu bir şeylere sahip olduğumuzu sandığımız için yaşıyoruz. Oysaki en derinde çok iyi biliyoruz ki kaybedebileceğimiz bir şey yok, çünkü her şey emânet. Anlaşılması gereken bugün bizimle olan emânetlerin değerini bilmek.

Bakış açısı çok önemlidir. Kişinin bakış açısına göre meselenin rengi değişebilir. Bakış açısı benzer olan insanlar birçok konuda aynı tavrı gösterirler.

Aslında işin özü sevgi, gerçek manada akıl ve mantığın bittiği ve durduğu noktada başlayandır. “Allah ülkemize geçmişini sürekli hatırlayan, kendini bilme erdemine erişmiş sultanlar, emaneti çar-çur etmeyen Ayazlar nasip etsin” diyerek, hepinize sağlık ve afiyet dolu bir ömür diliyorum.

Selâm ve duâ ile…