Îsâr; İslâm öncesi dilde kahraman, yiğit mânâları taşır. Yeni gençlik çağına ermiş kişi olarak da geçer. Kur’ân-ı Kerim nâzil olduktan sonra ise bu kavram “külhanbeyi yiğitliğinin” ötesine geçerek çok farklı bir anlam kazanır. Meselâ; Hz. Ali’nin hayatının sonuna kadar fütüvvet âbidesidir. Haydâr-ı Kerrar bunu; “Güçlü olduğu yerde affetmek, öfke anında yumuşaklıkla muâmelede bulunmak, düşmanlarına bile hayırla davranmak, kendi ihtiyaç içinde kıvrandığı durumda bile “îsar” ruhuyla hareket edip başkasını düşünmektir.” diye târif eder.

Fütüvvet Kur’ân-ı Kerim’de 17 yerde türevleriyle birlikte geçer. Ankarâvî “Minhâcü’l Fukara” Fakirlerin Yolu kitabında fütüvvetin üç kısmı olduğunu ifâde eder. Birincisi; başkasını kendine tercih etme yiğitliğidir (örneğin; kendisi aç iken azığını başkasına verme). İkincisi; başkası ile arasında hak hukuk mevzuunda bir anlaşmazlık olduysa, gönlünden husûmeti çıkarıp atma yiğitliğidir. Üçüncüsü ise, haksızlığa uğramış olsak bile, o kişi bizden kaçsa da onu arayıp bulup yakınlığı tekrar sağlamaktır. Ama bunların da ötesinde kusur örtmek -hatta daha da fazlası- başkasının kusuru bize yakıştırılmışsa bile o kusuru, onu koruma adına üstlenme kahramanlığıdır.

Vakti zamanında mahallede yaşlı, kendi hâlinde bir sûfi yaşar. Komşu kızı, kasabın genç çırağına âşık olur ve hâmile kalır. Durum meydana çıkınca genç kız, sevgisini koruma adına, suçu yaşlı sûfinin üstüne atar ve:

▬ Bu ihtiyar bana zorla sahip oldu!” der. Mahalleli, muhterem bildikleri ve çok değer verdikleri sûfinin evinin önünde toplanır ve hakâretler etmeye başlarlar. Bunu gören yaşlı sûfi ortaya çıkar tüm şüpheleri bertaraf edecek şu îtirafta bulunur ve:

▬ Öyleyse öyledir!” der, suçu üzerine alır. Tabii ki bu îtirafla birlikte tüm saygınlığını yitirir. Herkes tarafından hakir görülen, aşağılanan, sokakta çocukların alay ettiği bir zavallı hâline gelir. Kızı babasından ister ve bu arada doğan çocuğu da üstlenerek kızla evlenirler; ama aralarında hiçbir ilişki olmaz, her şey göstermeliktir... Birkaç yıl geçip olay yatıştıktan son genç kız ve delikanlı, artık vicdanlarının sesine dayanamaz ve tüm mahalleyi toplayarak olayı îtiraf ederler. Bu sefer tüm mahalle, özür dilemek için yaşlı sûfinin evinin önünde toplanınca sûfi, pencereyi açar ve yüzünde yine aynı ifâde ile:

▬ Öyleyse öyledir!” der.

Evet, îsar hâlinin derinliklerine indiğimizde, böyle muhteşem insan manzaraları ile karşılaşırız. Gönülden verme, başkasını hep kendine tercih etme, affetme, kusur görmeme, kusur örtme gibi hasletler fütüvvet ahlâkının temel taşlarıdır.

Îsâr’ın terim anlamına esas olarak gösterilen âyette, bütün mal varlıklarını Mekke’de bırakarak Medine’ye göç etmek zorunda kalan Hz. Peygamber’i ve diğer muhacirleri şefkatle kucaklayıp mal varlıklarını onlarla paylaşmaktan çekinmeyen Medineli Müslümanlar (Ensar) övgüyle anılmakta, âyette onların şahsında Müslüman toplumun bazı temel mânevî ve ahlâkî özelliklerine temas edilmektedir. Buna göre Müslümanlar öncelikle imanı gönüllerine yerleştirmişlerdir; ayrıca muhacirler gibi zor durumda kalıp kendi beldelerine gelenleri severler; din kardeşlerine kendilerinden daha fazla imkân sağlanmasından dolayı içlerinde kıskançlık duymazlar; nihayet ihtiyaç içinde olsalar dahi onları kendilerine tercih eder, şahsî menfaatlerinden, zevklerinden fedakârlıkta bulunurlar. Âyetin son kısmında, nefsinin cimrilik eğilimlerinden kendini koruyabilenlere ebedî kurtuluşu kazanacakları müjdelenirken dolaylı olarak îsârın bu yöndeki psikolojik etkisine de işaret edilmektedir (DİA).

Yakın Doğu ülkelerinden birinde gardiyanlar, suçsuz bir Sûfî’ye hapishânede eziyet ederler. Tırnakları sökülür, elektrik verilir, artık Sûfî son nefesini vermek üzeredir. Gardiyanlar yorulup ara verdiğinde genç Sûfî, yediği dayakla al kana bulanmış ellerini kaldırır yüce makama ve duâ etmeye başlar. Bu durumla istihza eden başka bir gardiyan:

▬ İstediğin kadar duâ et, sen elimizden kurtulamazsın!” der. Sûfî çakmak çakmak yanan, kan çanağı gibi olan gözlerini yerden kaldırır mütebessim bir edâ ile gardiyana bakarak:

▬ Ama ben sizin iyiliğiniz için duâ ediyordum.” der. Ne asil bir duruş değil mi?

İstanbul’un eski hamamlarının birinde:

“Tıynetin nâ pâk ise hayr umma sen germâbeden,

Önce tathîr-i kalb et, sonra tathîr-i beden”

“Kötü huylu ve kötü karakterli kimse isen, hamamdan bir hayır umma. Temizlenmek istersen önce kalbini temizle, sonra bedenini.”

Efendimiz (s.a.v.) mü’mini bal arısına benzetir ve; “Mü’min bal arısına benzer; güzel şeyler yer, güzel şeyler üretir, (güzel yerlere) konar, (konduğu yeri de) kırmaz ve bozmaz.” diye tasvir eder. Leyl Sûresinin 5 - 7 âyeti kerîmelerinde Rabbimiz bizlere, “Her kim başkaları için harcar ve Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşırsa nihâi iyiliğin gerçekliğine inanırsa, işte onun için nihâi huzur ve rahatlığa giden yolu kolaylaştırırız.” buyurmaktadır. Vesselam…

            Selâm ve duâ ile…