“Derdliler için mü’mine Lokman Ramazan’dır.” der Alvarlı.

Hânelerimize Ramazan; hastalıklarımıza devâ geldi. Kavuşmak için duâ edilen o şifâ mevsimi geldi. Hz. Eyyûb’a bağışlanan şifâlı su misali; yaralarımıza merhem, dizlerimize derman geldi (38/42). Her bir hastalığımıza ayrı bir hekim geldi.

Midemize şifâ geldi. Dolu bir mide, ibâdeti hazmetmenin düşmanı, tefekküre engeldi. Oruçluyuz; canımızın istediğini canımız istediği zaman yiyip içemiyoruz. Çünkü bizi yedirip içirdiğine inandığımız bir Allah’a iman ediyoruz (26/79). Açlık, insana insan olduğunu, kulluğunu, acizliğini hatırlatır. Bu nedenle yeme-içme ihtiyacı, insanın bir “ilah” olamayacağının en belirgin kanıtlarındandır. Nitekim İsa Peygamber’in (a.s.) ve annesi Hz. Meryem’in yemek yemesi, onlara “ilahlık” iddiasında bulunanlar için ilâhi bir cevap olmuştur (5/75).

“Toku ağırlamak zordur,” derler. İnsanın açlığı doyar doymasına da tokluğu doymaz. Tok olanın kendisini Allah’tan müstağni görmesi yaygın bir hastalıktır. Bu yüzden oruç vesilesiyle aç kalan insan, Allah’a muhtaç olduğunu iliklerine kadar hisseder. Anlar ki; onun bezgini olduğu nimetler, başkalarının hasretidir. Sanki şu dizeler de bu hakîkati açıklar gibidir:

Eren, açlıktan ermiştir huzur-i hazret-i Hakk’a

Bilen açlıkta bilmiştir ulûm-i bahr-i irfanı

Kamu açlıktadır devlet saadet izzet-ü lezzet [1]

Dilimize şifâ geldi. Aç olanın mecalsiz kaldığı muhakkak. Onun bu mecalsizliği, konuşmasını da kısıtlar. Az konuşan da az hata yapar elbette. Ramazan ayında daha çok duâ etme ve Kur’ân okuma gibi güzel meşguliyetleri olur dilimizin. Yakışıksız sözler, günaha bulanmış kelimeler dilimize yaklaşamaz. Çünkü oruç bir kalkandır; diline hâkim olmak, ibâdetin sevâbını korumaktır.

Elimize şifâ geldi. İnsan insanı en çok da hemhâl olunca anlar. Ramazan ayının dışında da aç olanların hâli, oruç tutarken daha iyi anlaşılır. Bu mecburi hemhâli hiç yaşamayanın iki eli boynuna bağlanıp müzmin bir hastalıkla pençeleşmesi uzak değil. O yüzden yılda bir tedâvi edilmezse cimrilik kangreni olur insan. Artık hiç eli yokmuşçasına kimseye yardım edemez hâle gelir. Elimizdekini paylaşalım ama nasıl? Orkide çiçeğinden misal verelim; saksısına su dökmekle onu sulamış olmayız. İllâki su dolu bir kapta bekletilmesi gerekir. O zaman çiçek açar, dallanıp budaklanır, kök salar. İhtiyaçları giderme şekli, ihtiyacın kendisinden daha önemlidir.

Malımıza şifâ geldi. Ramazan ayında nimetlerle aramıza giren mesâfe, bizi daha çok şükretmeye sevk eder. Her şeyin şükrü de kendi cinsindendir. Malımız belli bir miktarda birikince fakirin hakkı da filizlenir o yığılan toprakta. Üzerinden bir yıl geçtiğinde olgunlaşıp istifade edilecek duruma geldiği zaman toplayıp hakkını hak sahibine veririz. Aksi takdirde bahçemizden verim alamayız. Birikimlerimiz hastalıklıdır; bereketi kısırdır. Şifâsı ise zekâttır; fakire, bizdeki hakkını vermektir. Zekât bir hayır işi; ruh estetiği değildir. Zorunlu bir tedâvidir.

Fakirliğe şifâ geldi. Ramazan, bütün Müslümanların sevincidir. Ramazan Bayramı ise yokuştan sonra düzlüğe ulaşılmış gibi başka bir sevinç. Bu sevinci toplumun her kesimine yayan bir melteme ihtiyaç var. Oruç tutacak kadar sağlığı yerinde olmayanlar, onun bedelini; fidyesini ödeyerek oruç sevincini kurtarır. Bir de can sadakası da denilen fitre var ki, fıtratın; yaratılmış olmanın şükrüdür. Allah bizden razı, biz Allah’tan hoşnut, kuldan memnun olarak bayrama kavuşuruz böylece.

Uykumuza şifâ geldi. Uyku ağırlığının altından kalkmak kolay değil. “Oruç, ağırlığı kaldıran haşmetli vinç” [2]. Ramazan’ın dışında mışıl mışıl uyuduğumuz saatler, mutfakta harıl harıl hazırlandığımız, diş fırçalayıp namaz kıldığımız saatlerdir artık. “Gönüller gül kokarken geceler nehâr olur” [3]. İrâdesizliğimiz sahurla da şifâ bulur. Belki de çoğu sabah namazına olan vaadimizi, on bir ay yerine getirememişken o, hiç sitem etmeksizin Ramazan ayında da vaktini şaşırmadan gelir yine. Bu sefer biz onu uyanık karşılarız, hasretle kucaklarız secdeyi.

Bâd-ı sabâ getirir diyâr-ı gülden koku

Figan eden bülbüle şifayâb rüzgâr olur [4]

Yalnızlığımıza şifa geldi. Herkesin âilesi, sevenleri olmayabilir. Özellikle son yıllarda gittikçe yalnızlaşan insanın Ramazan’da, kendi ısrarı olmadığı sürece, bir başına kalması pek mümkün değil. Gündüzleri mukabele sâyesinde insanın insanla sohbeti Kur’ân âyetleriyle olur. Hz. Peygamber’in (s.a.s.), Hira’daki yalnızlığı da Cebrail’in (a.s.) O’nun yanına gelerek Kur’ân’ı mukâbele etmesiyle son bulmuştu.

Yalnız insan, dâvet edildiği bir iftar sofrasında hem karnını doyurur hem de kendini değerli hissetmenin susuzluğunu giderir. Terâvih namazlarında din kardeşinin omzu değince omzuna, bugüne kadar kimseye yaslanamadığı günlerin kederini unutur. Meğer aynı yöne baktığı ne kadar insan varmış bu kubbenin altında… İki minâre arasındaki mahyalar gibi, ışıltılı bir mesajla birleşiverir mesâfeli insanların arası da. Metruk gönül evlerinin bayramda kapısını kimse tıklamasa çocuklar tıklar; ellerinde poşetler ve ezber ettikleri cümlelerle. Böylece alçıya alınan yalnızlık, hareketsiz kalınca acımaz, acıtmaz.

Meşguliyetleri ve özel halleri sebebiyle beş vakit namaza camiye gidemeyen hanımların yalnızlık duygusu da bayram namazıyla şifâ bulur. Zira Allah Rasûlü (s.a.s.), hanımları özellikle dâvet eder bayram yerine. Namaz kılamayacak bir dönemde olsanız da gelin, orada bulunun, elbiseniz yoksa arkadaşınızdan ödünç alın, yine de gelin, buyurur.

Kalabalıklığımıza şifâ geldi. Her insanın bir süre kendisiyle baş başa kalmaya ihtiyacı vardır. Duraksayıp olanı biteni düşünmeye… Hız ve haz dünyasında, her inancın kendine göre sükûnete erme yöntemi var. Bize yetişmeye çalışan ruhumuz düşe kalka ardımızdan gelirken durup onu beklemek, onunla bütünleşmek, yaptıklarımıza anlam vermek, yapacaklarımızı seçmek, kalabalık sıtmasının yegâne ilacıdır. Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mescitte, insanların arasında bir çadır kurarak girdiği itikâf, bize bu ilacın tarifini veriyor.

Oruçluyken olduğu gibi itikâftayken de eşimizle özel bir münâsebet kuramayız. Bu da eşimizi bize helal kılanın, Yüce Allah olduğuna dâir inancımız gereğidir. Helal olanı bâzen haram kılar, haram olanı da helal. Allah hüküm verenlerin en âdilidir (95/8).

İstikrarsızlığımıza şifâ geldi. “Az da olsa devamlı olan amel” düsturu, nebevî bir mucizedir. Ama bu mucize karşısında âciz kalırız diğer zamanlarda. On bir ay Kur’ân’ı bir kez okumak için bulunamayan zaman, bir ayda nasıl da çoğalıyor öyle. Sel aşar, damla aşındırır misâli… Birden yapılan çok iş değil, az ve düzenli yapılan işler, bir değişikliğe sebep olabilir ancak. Bu yüzden Ramazan, kendimizde değiştirmek istediğimiz ne varsa bunun nasıl olabileceğini uygulamalı olarak öğretir bize.

Vefâsızlığımıza şifâ geldi. Her güzel ânın yıldönümünü kutlama gayreti, vefâlı olmanın da göstergelerinden biridir. Dünya ve âhiretimizi îmar eden, mü’minlere şifâ kaynağı olan Kur’ân’ın (17/82), yeryüzüne indirilişinin yâd edilmesi de en güzel vefâ şeklidir. Ramazan ayı boyunca cüz cüz okuruz Kur’ân’ı. Ayın son kısmında ise heyecan ve merakla Kadir gecesini ararız. Her günü kadir biliriz. Böylece Kur’ân’ın kadrini biliriz. Bu arayış, bir güne hasredilmiş vefâlardan daha kıymetlidir.

Günahlarımıza şifâ geldi. Günahlardan muhacir olmak için sevapların ensarlığına tutunduğumuz bir hicrettir Ramazan. Şâirin, “Sâki ayağını çek ki zaman başka zamandır” [5] dediği, bağımlı olunan günahlara bile adım attırmayan ters rüzgârdır Ramazan. Kendi sildiği camlardan bakan insan huzur duyar. Kıyaslanmaz ama birer günah sileceği olan iki Ramazan arasındaki günahlardan temizlenen amel defterine bakmak da kim bilir ne kadar huzur verir. Sonrasında da o temizlenmiş sayfaları, müsvedde olarak kullanmaya kıyamayız.

“Ramazan’da kapalıyız” yazar bâzı iş yerlerinde. Cehennemin kapıları da Ramazan’da kapalıdır. Kapalı kapıları zorlamamak lazım. Ramazan gibi kıyısı olmayan bir rahmet denizine girip kuru çıkmak, büyük bir başarı (!) olur gerçekten.

Çok eskilerden hastahânelerin adı, şifahâne imiş. Sanki bir tevekkülü; Allah’a güveni, şifâ bulunacağına dâir inancı temsil eden bir isimlendirme: Şifahâne. Yine aynı minvalde, hasta olunca, “şifayı kaptık” dememiz de bu yüzden. Arapça’da hastalık kelimesi (dâün), devâ ile aynı köktendir. Bizleri sınamak üzere hastalığı da şifâyı da veren Yüce Allah’tır (26/80). Gariptir ki hasta olanlar, şifâ bulanlara göre Rabbini daha çok hatırlar. Bir de Ramazan, bu kadim dost (2/183), onun farkında olana, onun yollarını gözleyene şifâdır. Yoksa tedâviyi reddeden, şifâyı nasıl bulsun. Yolu gözlenip “Hoş geldin” diyerek karşılanan Ramazan’ı, “Elvedâ” bestesiyle uğurlamak da onun sadece alelâde bir zaman dilimi olarak görülmediğinin delili gibidir:

Yine firkat nârına yandı cihân,

Hasretâ gitti mübârek Ramazan.

Nûruyla bul­muştu âlem yeni cân,

Firkatâ gitti mübârek Ramazan. [6] (https://www.diyanethaber.com.tr/ramazan-sifahanesi-makale,464.html)

Selâm ve duâ ile…