Hz. Peygamber (sav): “Zengin ve gücü kuvveti yerinde (sağlıklı) kimselerin zekât almaları helâl değildir.” “Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen ise hem sadaka hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.” “Kim muhtaç olmadığı hâlde insanlardan bir şey isterse, aldığı şey, ona baş ve karın ağrısı yapar!” buyurur. Kendisinden zekât isteyen bir şahsa da: “Allah, zekâtların kimlere verileceği hususunda ne bir peygambere ne de bir başkasına yetki verdi ve bizzat kendisi, onları sekiz kısma ayırdı. Eğer sen onlardan birisi isen, vereyim.” Buyurur ve “Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, miskinlere, zekâtı toplayan memurlara, gönülleri İslâm’a ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda olanlara, yolda kalmışlara mahsustur. Allah en iyi bilendir, hikmet sahibidir.” âyeti kerimesini okur.

Âyette fakirlerin yanı sıra bir de ‘miskinler’den bahsedilmektedir. Allah’ın Elçisi buna da şöyle açıklık getirir: “(Kendisine zekât verilecek olan) miskin, ihtiyacını bir iki hurma veya bir iki lokmanın giderebileceği kişi değildir. Asıl miskin, (maddî imkânı olmadığı hâlde onurundan dolayı) istemekten kaçınan kişidir. ‘İnsanlardan arsızca (bir şey) istemezler...” Buna göre, tabiî ve zarurî ihtiyaçlarını karşılayamayan, bakmakla yükümlü olduğu kişileri geçindirecek kadar geliri olmayan bütün yoksullar fakir ve miskin sınıfına girmektedir. Ama bunların içinde öyleleri vardı ki, yoksul olduklarını kimseye bildiremeyecek kadar iffetlidirler. Bu nedenle de sokaklarda bir iki lokma için dilencilik yapmazlar. Rahmet Elçisi, zekât verilirken böyle gerçek muhtaçların araştırılıp tespit edilmesini ister.

Hz. Peygamber Vedâ Haccında zekât taksimi yaparken, çalışabilecek derecede gücü kuvveti yerinde iki adam gelerek, kendilerine zekât verilmesini isterler. Efendimiz başını kaldırıp istek sahiplerinin yüzüne baktıktan sonra, “İsterseniz size zekât verebilirim. Ancak, zengin ve çalışmaya gücü yetenlerin zekâtta payı yoktur.” buyurur. Böylece, Kutlu Resûl, çalışma imkânı olduğu hâlde tembellik edenlerin, zekât alamayacaklarını belirtir. Ancak gücü yettiği hâlde iş bulamayanların bu insanlardan sayılamayacağı da açıktır.

Peygamber Efendimiz, Muâz b. Cebel’i Yemen’e gönderirken; “Allah’ın, zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere mallarında zekâtı farz kıldığını onlara bildir.” buyurur. Kendisinden sonra ashâbın uygulaması da bu yöndedir. Zekât, öncelikle toplandığı yerin fakirlerine dağıtılır. Böylece o yörenin fakirlerinin zenginler hakkında olumsuz düşünmelerinin önüne geçilip, gönülleri alınmış olur.

Bakmakla yükümlü olunanlar dışındaki kardeş, amca, teyze, dayı, hala ve onların çocukları gibi fakir akrabaya zekât vermek ise, “Yoksula verilen sadaka bir, akrabaya verilen ise hem sadaka hem de sıla-i rahim olmak üzere iki sadaka sayılır.” buyuran Efendimizin özel olarak teşvik ettiği bir durumdur. Bu sayede yakın akrabalar arasındaki bağlar daha da güçlenecektir.

Zekât verilirken, gerçek muhtaç kişileri bulmaya çalışmak gerekir. Efendimiz zekât verilen kişilerin aslında zekât almaya ehil olmadıklarının sonradan ortaya çıkması durumunda da Allah’ın o zekâtı kabul edeceğini bildirmiştir.

Zekât, Allah rızâsı gözetilerek ve gönül rahatlığıyla verilmelidir. Allah için yapılan bir ibâdet olduğundan, zekâtın alınması-verilmesi kadar, kabul edilip edilmemesi de önem arz etmektedir. Bu nedenledir ki, zekât veren kişi, verdikten sonra, “Allah’ım! Verdiğim zekâtı kârlı kıl, zoraki verilen bir şey kılma.” gibi duâlar ederek zekâtının kabul edilmesini istemelidir. Aynı şekilde zekât alan da zekât sahibi için duâ etmelidir.

Zekât alan kimseyi hiçbir şekilde incitmemek, verdiğini dile getirerek fakirin başına kakmamak gerekir. Cenâb-ı Allah: “Güzel bir söz ve bağışlamanın, peşinden incitme gelen sadakadan daha iyi olduğunu” bildirir. (Hadislerle İslâm)

Mevlânâ, malı Allah yolunda harcamanın bereketini ne güzel îzah eder:

“Mal, sadaka vermekle hiç eksilmez. Bilâkis hayırlarda bulunmak, malı kaybolmaktan, zâyî olmaktan korur! Verdiğin zekât, kesene bekçilik yapar, onu korur. Kıldığın namaz da sana çobanlık eder, seni kötülüklerden ve kurtlardan kurtarır. Ekin ekenin ambarı boşalır, lâkin hasat vakti gelince, saçtığı tohumlara karşılık kaç mislini geri alır! Boşalttığı bir ambara mukâbil, kaç ambar dolusunu iâde alır! Fakat buğday, yerinde kullanılmaz da ambarda saklanırsa, bitlere, küçük kurtlara, farelere yem olur. Bunlar onu tamamıyla mahvederler.”

Fatih Sultan Mehmet devrinde bir Müslüman günlerce dolaşıp yıllık zekâtını verebileceği fakir birini arayıp bulamaz. Bunun üzerine zekâtının tutarı olan parayı bir keseye koyarak bir ağaca asıp, üzerine de:

“Müslüman kardeşim, bütün aramalarıma rağmen memleketimizde zekâtımı verecek kimse bulamadım. Eğer muhtaç isen hiç tereddüt etmeden bunu al,” diye yazar asardı. Bu kesenin üç ay kadar o ağaçta asılı kaldığı rivâyet edilir. Sahâbe-i Kirâm ve ecdâdımız bu hassasiyetleri gözeterek zekât ve sadaka verirdi.

Peki, bizler nasıl hareket ediyoruz. Vermemek için elimizden geleni yaptıktan sonra zekât dışarı gitmesin diye ihtiyaç sahibi olmamasına rağmen yakınlarımıza verebilmek bahanesiyle Temel’in hikayesinde olduğu gibi davranıyoruz.

Temel, her yıl fitre, fidye ve zekâtını köyün en zengine verir. Duruma içerleyen komşular:

Yahu Temel sen ne yapıyorsun. Hiç zengin insana zekât verilir mi?” derler: Temel de:

Yüce Rabbim, bütün malı, mülkü, parayı onlara vermiş. Siz Allah’tan daha mı iyi bileceksiniz...” dediği gibi kendimize pay çıkarmaya çalışmayalım, böyle davranmayalım ve hak sahibi kimse arayıp bularak hakkını verelim...

Selâm ve duâ ile…