Edebiyâtımızda çeşitli konularda mesneviler yazılmış, bunların içinde aşk mesnevîleri de önemli bir yer tutmuştur. Leylâ ile Mecnûn (asıl adı Kays) hikâyesi ise, en çok işlenen mesnevî konulan arasında yer almıştır. Babası Mecnûn’u iyileşmesi için Kâbe’ye götürür. Duâların kabul olduğu bu yerde Mecnûn, kendisindeki aşkını daha da arttırması için Allâh’a Fuzûli’nin 1535’te yazdığı Leylâ ve Mecnûn adlı mesnevîsinde ifâde ettiği gibi duâ eder ve der ki:

“Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni

Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”

Duâsı neticesi aşkı daha da çoğalır ve bütün vaktini çöllerde geçirmeye başlar.

İşte bu aşkla Mecnun, çölde Leylâ’sının hasretiyle avâre avâre gezerken namâz kılan bir bedevînin önünden geçer. Bedevî kıldığı namâzı yarım bırakarak ayağa kalkar ve Mecnûn’a:

▬ Allah cc﴿, kahretsin seni. Dininin sana öğrettiklerini unuttun mu? Namâz kılan bir insanın önünden geçmenin günâh olduğunu bilmiyor musun?” diye kızar. Mecnûn:

▬ Bağışlayın beni Efendi. Etrâfımı göremez oldum. Görevlerimi yapamaz oldum. Aklımda sadece ve sadece aşkım var.” dediğinde Bedevî:

▬ Dünyadaki aşkını unut. Allah’ı cc﴿, düşün. Yoksa Cehennemde cayır cayır yanacaksın!” der. Mecnûn:

▬ Tapmanın aslını aşk oluşturur. Ancak aşk doruğa ulaştığında tapmaya dönüşür. Oysa sizin yaptığınız şey sadece “şekilde” kalıyor.” deyince Bedevî:

▬ Ne dedin! Ben namâz kılmasını bilmiyor muyum yâni!” Mecnûn:

▬ Kızmayın lütfen! Ben Leylâ’nın aşkından senin namâz kıldığının farkına bile varamadım. Sen Allah’a cc﴿, duâ ettiğini iddiâ ediyorsan önünden geçtiğimi nasıl fark ettin. Gerçek inanç güç bir şeydir. İnsan duâ ederken dünya işlerinden arınmalıdır. Benim aşkım senin ibâdetinden daha yüce!” der ve çölde yürümeye devam eder. Bedevî Mecnûn’a:

▬ Bir dakika dostum! Gâliba sen çok haklısın. Allah cc﴿, senden râzı olsun” der ve Mecnûn’un elini saygı ile öper ve:

▬ Bana gerçek ibâdetin nasıl ve ne şekilde olması gerektiğini öğrettin!” der ve ağlayarak özür diler, çeker gider.  

            Şems-i Tebrîzî; “Aşkı; “Her şeyi senin için yarattım!” diyen Rabbe; “Her şeyi Senin için terk ettim!” diye bilmektir.” diye tarif eder.

            A yürüyüp giden Sûfi, gücün yeterse ara;

Ama dışarıda değil, aradığını kendinde ara. “Üzülme!” der Mevlânâ ve devam eder:

            “Bir yandan korku bir yandan ümîdin varsa iki kanatlı olursun, tek kanatla uçulmaz zâten. Sopayla kilime vuranın gâyesi kilim dövmek değil, kilimin tozunu almaktır. Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır. Niye kederlenirsin? Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz… Yüzük olmayı dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır.”

Leylâ’nın gönlünde yer etmek isteyen Mecnûnlar kâfilesi böyle idi. Çölde bedevîsi de kadr u kıymet bilen mütevâzı ve kerîm-âlim zâtlarıyla da böyle bir fazîletler medeniyeti idi.

Medeniyetler, ürettiği botokslu hayatlar, hesâbi dostluklar, beton ve metal yığınlarıyla ölçülmezler. Medeniyetler yetiştirdiği insan, insana ve tabiata verdiği ile değerlendirilirler. İşte İslâm Medeniyeti, bu anlayış ve yaşam tarzıyla böyle zirve şahsiyetler yetiştirdi. Onları yetiştiren en mühim âmil de muhabbet ve mahbûbu incitmemek kaygısı idi. Şâirin deyimiyle:

Çiçeklerle hoş geçin, Balı incitme gönül.

Bir küçük meyve için, Dalı incitme gönül.

Bir hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Allah sizin sûretlerinize yâni dış görünüşünüze bakmaz, fakat kalplerinize bakar.” Yâni kalbinizin, ahlakınızın, iç duygularınızın düzgün ve mükemmel olmasına bakar ve ona değer verir.

Amellerimiz Hz. Peygamber’e arz ediliyor. Bu arzda O rakîk kalbi hüzünlendiriyor muyuz, hamd ve şükürlere mi gark ediyoruz?

Yarın mahşer yerinde, yine hâllerimiz O’na arz olacak.

O Raûf ve Rahîm sîne, bizlerin affı için secdeden başını kaldırmayacak… O hengâmede Livâ-i Hamd’in altına dâvet edilenlerden mi, yoksa; “Siz O’nun sünnetini terk ettiniz! Uzak olun! Uzak durun!” nidâlarıyla uzaklaştırılanlardan mı olacağız? Allah muhafaza.

Kendimize şunları sık sık sormalı değil miyiz? O’nun aşkıyla neyi fedâ edebildik?

Sahâbe ayağını, kolunu, gözünü fedâ etmiş, biz harama bakmaktan vazgeçebildik mi?

Sahâbe canını, eşini, çocuğunu vakf etmiş, biz bir basit dikene tahammül edebildik mi? Yoksa Necip Fâzıl’ın deyimiyle:

“Namaz kılmaktan ayakları şişen Peygamberin,

Uyumaktan gözleri şişen ümmetiyiz” sözünün muhatabı mı olduk?

Sahâbe malını sebîl eylemiş; biz zekât, sadaka, infak ve hayır-hasenâtımızı hakkıyla edâ edebildik mi?

Yâni dostlar; muhabbetinizin ispatı nedir dense, cevabımız ne olacak?

UNUTMAYIN! “Aşk dâvaya benzer; cefâ çekmek de şâhide. Şâhidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki!” Vesselam…

Selâm ve duâ ile…