Görmek, sadece gözle ilgili bir eylem değildir; her bakış, içinde bulunduğumuz ruh hâlini yansıtır.
İnsan, çoğu zaman başkalarını yargılarken aslında en çok kendini ele verir. İşte bu kıssa da tam olarak bunu anlatır... Bu hakîkati anlatan ibretlik bir hikâye vardır ki, hepimize ayna tutar:
Genç bir çift, yeni bir mahalledeki evlerine taşınır. Sabah kahvaltı yaparlarken komşuları da çamaşır asmaktadır. Kadın kocasına:
— Efendi, şu komşuya bak! Çamaşırları yeterince temiz değil. Çamaşır yıkamayı bilmiyor; belki de doğru deterjanı kullanmıyor…” der. Kocası hiçbir şey söylemez, kahvaltısına devam eder. Kadın, her sabah aynı şikâyetle başlar, komşusunun çamaşırlarının temizliğine dâir kuşkuları hiç dinmez. Bir sabah, komşusunun çamaşırlarının ne kadar temiz olduğunu görür ve şaşkın bir şekilde kocasına:
— Efendi bak, komşumuz çamaşır yıkamayı galiba öğrendi! Kim öğretmiş olabilir?” der. Kocası, eşine tebessüm eder ve Cengiz Numanoğlu’nun şu dizelerini hatırlatır:
“Kim, Kur’ân merceğini kalp gözüne takarsa;
Allah’ı görecektir… Her nereye bakarsa.” Ve ardından gönlünden süzülen bir hikmetle, önce içinden geçirir: “Göz bakar; ama kalp görür. Görmek sandığımız şey, çoğu kez içimizin dışa yansımasıdır.” Sonra hanımına dönerek, üzgün ama farkındalığın verdiği bir huzurla şöyle der:
— Hanım, bu sabah biraz erken kalktım… Sadece pencereyi değil, bakışımızı da temizledim. Meğer kirli olan yalnızca cam değilmiş; nazar da bulanıkmış…” Adamın sözüne, şâirin mısraları sanki kalpten gelen bir yankı gibi eşlik eder:
“Konuşuyor insanın kalp gözündeki mercek,
Diyor ki: yok âlemde, Allah’tan başka gerçek.”
Kadın susar ve içindeki fark edişi hisseder.
Çünkü kirli görünen ne varsa, ya camdadır ya da kalptedir…
Ve insan, dışını temizlemeden önce içini arındırmalıdır.
Gerçekleri görebilmek için, göz değil, kalbin berraklığı gerekir.
Kimi zaman bir pencere silinir; aslında gönül aralanır.
Ve insan anlar: Güzeli görmek için göz değil, temiz bir gönül gereklidir. Mevlânâ’nın dediği gibi: “Senin penceren kirliyse, başkasının çiçeği sana çamur görünür.” Şems-i Tebrîzî’nin hatırlattığı gibi: “Kalbin temiz değilse, yüzünü Kâbe’ye de çevirsen, göreceğin sadece taştır.” Ve Kur’ân’ın öğrettiği gibi: “Gözler kör olmaz; asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 46)
İçimizi arındırmak gerekir, çünkü dışa yansıyan her şey içimizdeki yansımalardır.
Ve unutma: En büyük temizlik, kalpte başlar…
Yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Allah sizi, yeminlerinizdeki rastgele söylemlerinizden, boş ve kasıtsız olarak (ağzınızdan çıkan) sözlerden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalplerinizin (aldatma niyetli) girişimlerinden dolayı sorumlu tutar. Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır (Halîm’dir).” (2/228)
Unutmamalı ki, göz aldanabilir, kulak duymayabilir; ama kalp ve vicdan gerçeğin izini sürmekten vazgeçmez. Bir şeyin doğruluğundan ancak kalbin duyuları onayladığında söz edilebilir. Çünkü özü itibarıyla iyiliğe yatkın olan fıtrat, kötülüğü reddeder. Peygamber Efendimiz’in, iyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu soran Vâbisâ’ya verdiği cevap oldukça manidardır: “Kendine danış, kalbinden fetvâ iste!” Ve devamla: “İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir. Kötülük ise, insanlar sana fetvâ verseler bile gönlünü huzursuz eden ve içinde bir kuşku bırakan şeydir.”
İnsanlığın yaşadığı sıkıntıların temelinde gönül kirliliği, yani kalbin bulanıklığı yatmaktadır. Allah’tan korkan bir kalbe sahip olmak; yaratılışın sırlarını, varoluşun derinliklerini iliklerine kadar hissetmekle mümkündür. Bu da gönlünü, nazarını ve hâlini terbiye etmekle gerçekleşir.
Böyle bir kalp, kişinin hem kendisiyle, hem diğer insanlarla, hem de Yüce Mevlâ ile barışık yaşamasını sağlar. Ne güzel bir duâdır: “Yâ Rab! Korkmayan kalpten, icâbet edilmeyen duâdan, doymak bilmeyen nefisten, faydası olmayan ilimden Sana sığınırız.”
İstiklâl Şâiri ne de veciz söyler:
“Îmandır o cevher ki İlâhî ne büyüktür...
Îmansız olan paslı yürek, sinede yüktür!”
Eğer içindeki pencere kirliyse, dışarıdaki her şey de kararmış gibi gelir... Biz çoğu zaman kirli bir camdan bakıp herkesi ve her şeyi kirli sanıyoruz. Oysa Franz Kafka ne güzel der: “Hayata güzel bakanlar, hayatı güzel görürler.” Emerson ise şöyle tamamlar: “Yaşam, güzellik peşinde bir yolculuktur. Onu bulmak istiyorsan, gittiğin yere götürmelisin!”
Güzel olanla hemhâl olmak, insanın ebediyete olan özlemini besler ve bu dünyanın ötesini hatırlatır. Güzeli fark etmek, kusurlarımızla yaşamaya razı olurken aynı zamanda aşkın olanla yüce bir beraberliği de arzulamaktır.
Güzel olan, güzeli görür.
Güzeli görebilmek bizi de güzelleştirir.
Güzelliği arıyorsan, sen güzel olmaya bak; zira güzel, güzeli çağırır.
Zira her güzel, güzeli çeker. Çünkü isim, müsemmâya âşıktır.
Dünya aynı dünya, insanlar aynı insanlar… Değişen yalnızca bakışlardaki berraklık ya da bulanıklıktır.
“Her cümle bir yolculuktur; yüreği açık olana vuslat, kapalı olana sır olur.”
“Söz, gönül penceresinden süzülüp kalplere aksederse; hikmet olur, nasiplenene ışık olur.”
“Her kelime bir aynadır, insan içine dönüp baktığında parlar ya da kararır.
Gönül, gözü yönlendirir. Göz görebildiğini değil, gönlün gösterdiğini seçer.
Yargılayan göz değil, gölgesiyle baş başa kalamayan gönüldür.
Penceredeki kiri başkasının lekesi sanan, aslında kendi kalbinin buğusuyla yüzleşir.
İnsan, gönlünü arındırmadıkça ne güzeli görebilir, ne de hakîkati duyabilir.
Temiz bir bakış, temiz bir kalbin eseridir. Gönül kirliyse manzara neylesin?” der. Elbette anlayana… Anlamak isteyene…
Hâsıl-ı Kelâm:
“Ölenler ölümü bilmez; ölüm kalanların hikâyesidir. Yol elif ise, yön bellidir… Herkes kendi tercihiyle, kendi hayatını yaşar... Söz meclise, kıssa ise gönle dokunur... Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm!
Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...