Tarih, sûreti mü’min, sîreti hâin nice yüzler görmüştür.

Arabistan çöllerinde Lawrence nasıl ihanetini örgütlediyse, Topal Molla da Afganistan’da tespihinin ardında gizlediği fitneyi işletir. Adı dindarlıkla anılır; fakat ardında yıkıma uğramış bir ülke bırakır.

1920 yılında Afganistan’da “Topal Molla” lakabıyla tanınan bir zât ortaya çıkar. Halk onu bir mürşid zanneder, gönül alıcı sözleriyle büyülenir. Oysa o, halkın teveccühünü kullanarak milletin kalbine fitne tohumları eken bir ajandır.

Topal Molla, kısa sürede bir tekke kurar ve bu tekke, fitnenin merkezine dönüşür. Etrafında hızla büyüyen bir topluluk oluşur ve birkaç yıl içinde bu sayı yüz binleri bulur. 1925’te bu sayı üç yüz bini aştığında Topal Molla, Afgan kralına karşı ayaklanma başlatır. Afganistan, bir yıl boyunca kan ve gözyaşıyla yoğrulur. O yıllarda Afgan Kralı olan Emânullah Han isyan karşısında ülkesini terk etmek zorunda kalır.

Kral sınırdan ayrılmak üzereyken, kalabalığın arasından biri sessizce yanına yaklaşır. Akıcı Urduca’sıyla Necip Fâzıl’ın;

“Kimileri vardır aşkın en yücesine lâyıktır.

Kimileri vardır aşkın en yücesini versen de, aşağılıktır.” dediği gibi hiç sıkılmadan:

— Beni tanıdın mı? Ben meşhûr Topal Molla’yım. Afganistan’daki görevim bitti, İngiltere’ye dönüyorum.” der. Emânullah Han, içini yakan ah ve acı bir tebessümle:

— Seni tanıdım! Tanımaz olur muyum! Ben senin İngiliz câsusu olduğunu çok iyi biliyordum. Fakat halkıma o kadar çok tesir etmiştin ki, senin câsus olduğuna onları bir türlü iknâ edemedim, inandıramadım.” der.

Topal Molla, sarığını atar, sakalını keser, silindir şapkasını takar ve İngiltere’ye dönerken ardında harabeye dönmüş bir ülke bırakır.

Bu tipler ne yazık ki yalnızca o dönemin değil, her zamanın karanlık yüzleridir. Tarih sadece Afganistan’da değil; nice coğrafyada benzerlerini göstermiştir. Bunlar insan kılığına bürünerek toplumu zehirler, birlik ve berâberliğimizi bozar. Hani Abdurrahim Karakoç’un:

“‘Müstehaktır’ diyerek insaftan vazgeçilmez,

Zorda kalınsa bile hayduttan dost seçilmez,

Bulutlardan yağacak rahmet gecikse dâhî,

Vebâl akan çeşmeden tek damla içilmez...” dediği gibi…

Hakîkati fark edenler seslerini yükseltse de çoğu zaman ya kimse işitmez ya da işitenler suskunluğu seçer.

Ve sonunda, hakîkatin yükünü omuzlayan yalnız kalır.

Yine de, görevini yapmış olmanın verdiği sükûnet, yalnızlıktan daha kıymetlidir.

Düşünmek, sorgulamak ve eleştirmek;

Hâinlere biat etmemek hayâti önem taşır.

Zira sorgulayan zihinlere hiçbir fitne nüfuz edemez. Çünkü aklını kullanan insan, hiçbir maskeli hâinin esaretine düşmez.

Böylece, milletin bağrına saplanacak hançeri daha savrulmadan bertaraf etmiş olursunuz.

Merhum Akif;

“Târîh”i “tekerrür” diye ta’rîf ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” der.

Evet, tarih, ders almayanlar için tekerrürden ibârettir…

Hangi görünümde olursa olsun, çocuklarımızı ve kendimizi onlara kaptırmayalım.

Her çağda, toplumları sarsan isimler çıkar; kimi görünürde ilim ve din adamıdır. Kimi sanatçıdır, kimi doktor; kimi ise sermâyenin kılıcıyla görevini yapamaya çalışan bir tüccar.

Lâkin zaman, gizli niyetleri mutlaka açığa çıkarır.

O da bu yolun karanlık yolcularından biridir. İnsanların gönüllerini fetheder gibi yaparken, ardında fitne ve karışıklık bırakacak bir yol seçmiştir. Rabbimiz; “Ey îman edenler! Allah’tan korkun ve doğru söz söyleyin. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla bilendir.” (Ahzâb, 70–71) buyurmaktadır.

Tarih göstermiştir ki, doğruluk her devirde bir imtihandır. Peygamber (s.a.v.) ise: “Her kim yalan söylemekten sakınır ve doğruluğu seçerse, Allah onun kalbini nûr ile doldurur.” buyurur.

Doğruluk, kalbin en saf aynasıdır. Bu nedenle insan özellikle Müslüman, fitnelerle dolu dünya oyununa aldanmamalı, gözünü açarak görmeli, gönlüyle hakîkate hükmetlidir. Gerçek dost seni hak yolda tutar; hâinler ise yüzlerini dostluk maskesiyle gizler. “Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır.” sözünde değinildiği gibi gerçek, er ya da geç maskeleri düşürür. Çünkü Yüce Mevlâ; “Senin için gelecek, geçmişten daha hayırlı olacak.” (93/4) buyurmaktadır.

Âsâr-ı Gönül de der ki:

“Her fitneye karşı uyanık ol, çünkü hakîkati gören gözler, sinsi tuzaklara düşmez.

Zîrâ göz, sâdece bakmakla değil; basîretle görmekle anlam kazanır.

Gönül, sâdece çarpmakla değil; hakîkate çarpınca uyanır.

Akıl ve kalp bir araya gelmeden, gönül huzur bulamaz.

Çünkü akıl, yönü gösterir; kalp, o yolda yürümeyi sağlar.

Biri olmadan diğeri eksik kalır; biri susarsa, diğeri şaşar.

İşte bu yüzden, hak yolunda yürüyen insan hem düşünen hem hissedendir.

Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen!

Zîrâ söz, sâhibinin aynasıdır.

Eğri bir gönülden çıkan söz, ne kadar süslü olursa olsun hakîkati örtemez.

Doğru bir kalpten dökülen kelâm ise, en sâde hâliyle bile gönülleri fetheder.

Unutma ki;

Doğruluk, sâdece bir erdem değil, bir duruş meselesidir.

Ve bu duruş, zamanın fitnesine karşı en sağlam kalkandır.”

Elbette anlayana, anlamak isteyene…

Hâsıl-ı Kelâm!

“Ölenler Ölümü Bilmez, Ölüm Kalanların Hikâyesidir. Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar... Söz Meclise, Kıssa Herkese… Söz Uzar, Kesmek Gerektir Vesselâm!”

Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...