Kimi okur ama anlamaz; kimi anlamaz ama hisseder.
Bâzen bir kıssa, kelimelerin ötesinde bir hakîkati anlatır.
Timur’un huzurunda koyu bir sohbet… Gözler, kulaklar ve dudaklar arasında dolaşan kelimelerdedir.
Nasrettin Hoca’nın üzerine ısrarla iğneleyici laflar gelince, dilini tutamaz ve:
— Hünkârım, siz benim hocalığıma o kadar laf ettiniz ama bilmiyorsunuz ki, ben sizin yanınızdaki eşeği bile okuturum!” der. Timur alaycı bir tavırla güler. Güler ama ciddiyetle de cevap verir ve:
— Öyleyse buyur. Üç ay içinde bu eşek kitap okuyacak. Okuyamazsa... canınla ödersin!” der. Hoca, eşeği alır, ahıra götürür. Eşeğin boyuna göre bir masa, üstüne kocaman bir kitap. Her sayfanın arasına da bir avuç arpa. Eşek, her sayfada arpa buldukça, kitap onun için karın doyuran bir dost olur. Üç ay boyunca eğitim böyle devam eder. Öyle alışır ki eşek, artık masayı görünce kulaklar dikilir, kuyruk seğirtir.
Ve nihâyet o büyük gün gelir; herkes, eşeğin ne yapacağını, nasıl kitap okuyacağını merakla beklemektedir.
Hoca, eşeği meydana getirir. Kitabı önüne koyar. İşâret verilir… Eşek diliyle kapağı kaldırır. Ama bir şey eksiktir. Sayfa çevrilir… Arpa yok. Bir daha… yok. Tekrar… yine yok. Derin bir homurtu başlar eşeğin içinde. Umudu azaldıkça, sesi artar. Son sayfa da çevrilir… Ve eşek, durup başını göğe kaldırır. Bir ney gibi ince, uzun bir anırtı sarar meydanı. Eşeğin anırmasını tâkiben Hoca, Timur’a döner ve:
— Bu da kitabın özeti, hünkârım.” der. Timur tebessüm ve alaylı bir ifâdeyle:
— Hoca, şimdi eşek bu kitabı okudu mu?” diye sorar. Hoca:
— Okudu hünkârım, bakın sonunda uzunca da bir özetini yaptı.” der.
— İyi ama ben eşeğin okuduğundan hiçbir şey anlamadım ki?” diye Timur’un kahkahaları meydanı doldururken, Hoca gözünü kırpmadan taşı gediğine koyar ve:
— Bu normal hünkârım. Zîrâ eşek kitabı kendi dilinde okudu. Anlamanız için onun gibi olmanız gerek… İnsan ne söylediğini bilirse, karşısındakine ulaşır. Zîra söz, her gönle kendi lisânıyla dokunur. Anlamak, sâdece kelimeleri duymak değil; bâzen anlamın suskun dilini de işitebilmek ve muhâtabın dilinden konuşmak gerekir.” der. Söz hedefe bir ok gibi varır ama asıl mesele söyleyiştedir... Allah Rasûlü: “İnsanlara akılları ölçüsünce konuşun.” buyurur. Ziyâ Paşa şöyle fısıldar:
“Nezâket-i beden nedir gönülde rikkât isterim.
Ben ağlarım o hande-ver, bu hâle dikkat isterim.”
“Görünür nezâket yetmez, gönülde incelik ararım ben. Ben ağlarken o güler, bu ne hâldir, sorarım ben.” der.
Gönül ehli, sözle değil, sükûtun diliyle konuşandır. Çünkü iletişim sürecinde erbâb-ı kâl (söz ehli) lüzumsuz lâflar edebilir ama erbâb-ı hâl (öz ehli) ise kelimesiz, sessiz konuşur. Bâzen susmak, en derin sözdür. Tebessüm, bir bakış ya da bir duruş... Bâzen kelimelerden çok daha etkileyici olabilir. Dilsiz, dudaksız; beden ve gönül diliyle de konuşabiliriz. İnsânî ilişkilerde bâzen hâl lisânı ile konuşmak ve beden dilini kullanmak, konuşmanın etkisini artırır. ‘Kalpten kalbe yol vardır.’ veya “Kalpten çıkan, kalbe gider, ağızdan çıkan kulaktan döner!” sözleri, gönüller arası konuşmanın bir ifâdesidir. Gönülden gönüle bir yol vardır. O gönül dilini bulmak gerekir. Mevlânâ; “Lisân-ı hâl, lisân-ı kâl’den müesserdir.” der. Mevlânâ’ya göre sükût, ruhlar arasında bir konuşma ve anlaşma ifâdesidir. Dilsiz dudaksız konuşmalarla duygularımızı daha net anlatabiliriz. Eşrefoğlu da:
“Dervişin kulağı sâk, Hak’tan işitir sebâk,
Deprenmeden dil dudak, sözü işiten gelsin…” der.
Söz, sâde ve samîmi olmalı ki kalbe işlesin. Kıssa, bâzen bin kelimeden daha çok şey söyler; az ama öz konuşmak, kalbe daha çabuk ulaşır.
Efendimiz, anlaşılır konuşur, tekrar eder; ama kimseyi kırmazdı. Sözünü açık, berrak, kalpten söylerdi. Çünkü maksat konuşmak değil, anlatmak idi. Ve anlatmak, anlayana değmekle mümkündür. Onun bu konuşma tarzına işâret eden Hz. Âişe; “Resûlullah (s.a.v.), sizin yaptığınız gibi çabuk çabuk konuşarak sözlerini arka arkaya ulamazdı.” demektedir. Bu kadar açık konuşmasına rağmen aynı konuda kendisine soru soranları anlayışsızlıkla suçlamaz, sorulara cevap verirdi.
İnsanlara hitap eden kimseler, muhataplarının anlayış seviyesini göz önünde bulundurmak ve onların anlayacağı şekilde konuşmak zorundadır. Yüce Mevlâ En’am Sûresi 70. âyeti kerîmesinde; “Hiçbir nefsin felâkete düçâr olmaması için, Kur’an ile nasîhat et.” buyurmaktadır. Bunun önemine işâretle Hz. Ali, “İnsanlara anlayacakları şekilde konuşunuz!” demiştir. Kişi meramını anlatamadığı veya ne demek istediği anlaşılmadığı zaman, sözlerini bir daha tekrarlamaktan kaçınmamalıdır. (Diyanethaber.)
Âsâr-ı Gönül de der ki:
“Bir kıssa, bâzen anlatmaktan çok, anlamanın ne demek olduğunu öğreten bir hikâyeye dönüşür. İşte “Eşek Okuyor!” da tam budur.”
Elbette anlayana, anlamak isteyene…
Hâsıl-ı Kelâm!
“Ölenler ölümü bilmez, ölüm kalanların hikâyesidir. Yol Elif ise, yön bellidir... Herkes kendi tercihiyle, kendi hayatını yaşar... Söz meclise, kıssa herkese… Söz uzar, kesmek gerektir vesselâm!”
Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile...