II. Abdülhamid zamanında Münâsebetsiz Mehmet Efendi nâmıyla anılan biri vardır. Bu şahsın nâmı Sultan Abdülhamid’e kadar ulaşır. Pâdişâh:

▬ Niye bu insana münâsebetsiz diyorlar!” der ve onu bir iftar yemeğine dâvet edip onunla tanışmak, sohbet etmek ister. “Böylelikle belki de ona niye münâsebetsiz dediklerini öğrenebilirim” diye düşünür. Adamlarından bir organize yapmalarını ister. Emir yerine getirilip iftar sofrası kurulur, dâvetliler gelip sofrada yerlerini alır. Münâsebetsiz Mehmet Efendi de gösterilen yere oturur. Vakit girince hep birlikte oruçlarını açıp namazlarını kılarlar. Sonra da sohbet meclisi kurulur pâdişâh da aralarında olduğu için bir ara özellikle herkes Devleti Âliyeden, Osmanlı Sultanları ve onların başarılarından konuşmaya başlarlar ve bu konu üzerine sohbet öylesine koyulaşır ki herkes öyle aşka şevke gelir; sohbetin tadına denilecek hiçbir şey yoktur. Bu arada Münâsebetsiz Mehmet Efendi, Sultan Abdülhamid’e:

▬ Abdülhamid Efendi! Sen zurna çalmasını bilir misin?” diye sorar. Bu soruyu duyan herkes şaşkın bir vaziyette:

▬ Böyle bir sorunun konuyla ne alakası var.” gibilerinden birbirlerine bakar. Sultan:

▬ Hayır, ben zurna çalmasını bilmem.” diye cevap verince; Münâsebetsiz Mehmet Efendi, az önce münâsebetsizce söylenen sözünü gölgede bırakacak şu sözü söyler:

▬ Bizim çocuk da bilmez de onun için sordum.”  

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) buyuruyorlar: “Allah’a ve ahiret gününe inanan kişi ya hayırlı konuşsun ya da sussun.” Bir sahâbî Peygamberimiz (s.a.s.)’e “Ya Resûlallah bana sımsıkı sarılacağım bir iş tavsiye et” dediğinde, Efendimiz, “Rabbim Allah’tır, de ve dosdoğru ol” buyurmuştu. Aynı sahâbî; “Hakkımda en çok korktuğunuz şey nedir?” diye sorduğunda Efendimiz eliyle dilini göstererek; “İşte bu!” demişti. Böylece Allah Resûlu, konuştuklarımıza dikkat etmemiz ve dilin hakkını vermemiz gerektiğine işâret ediyordu.

Konuşma tarzı insanın kişiliğini yansıtan bir aynadır. Kalbin hissiyatı, zihindeki düşünceler, arzu ve talepler konuşmayla anlaşılır. İnsan, konuşmasına göre itibar kazanır veya yadırganır. İşte bu yüzdendir ki yüce dinimiz güzel konuşmaya teşvik eder, sözün kötü olanından sakındırır.

Güzel konuşma neyi, nerede, ne zaman, kime, nasıl söyleyeceğini bilerek yapılan konuşmadır. Güzel konuşma “Allah’a ve ahiret gününe inanan kişi ya hayırlı konuşsun ya da sussun.” nebevî öğretisi gereği bir dile sahip olmaktır. Çünkü çoğu kimsenin hiç sakıncası yok zannettiği nice sözler vardır ki, sahibini zor durumda bırakır. Peygamber Efendimizin sıklıkla dile getirdiği, “Allah’ım! Dilimin sebep olduğu kötülüklerden sana sığınırım!” şeklindeki duâsı bu hususu vurgular.

Hiç şüphesiz insanı insan yapan özelliklerin başında dil gelir. Dil vardır, tatlıdır; yılanı deliğinden çıkarır, gülümsetir yüzleri. Dil vardır, yumuşacıktır; kalbi sevgi ile doldurur. Dil vardır, acımasızdır; gözyaşlarına boğar. Dil vardır, yılan gibi sokar; gönülde kapanmaz yaralar açar. İnsanı insana düşürüp nefrete büründürür. Dil vardır, yalancıdır; olmayanı ballandırır. Sır tutmayı bilmez. Kimi zaman bıçak gibi saplanır yüreğe. Kimi zamanda üst perdeden kendini beğenen ve kendi dışında insanları küçümsemek için anlamadığı veya anlamayacağı kelimelerle hitap eder kibir âbideleri insanlara, hikâyede geçtiği gibi;

Edebiyat eğitimi için uzak bir şehre gider delikanlı. Birkaç sene sonra kendi kendine:

▬ Artık olacağım kadar oldum, köyüme döneyim” diye düşünür. O edebiyatı; her yer ve zamanda gösterişli, ince ve derin mânâlı kibar sözler söylemek olarak anlamıştır. Ona göre bir köylünün edebiyatı zâten olamaz. Bineğine binerek yola düşer. Yolda dinlenmek için hayvanı incir ağacına bağlar ve uyur. Uyandığında hayvanın yerinde yeller esmektedir. Aramak üzere gezinirken bir köylüye rastlar selâmdan sonra başlar edebî edebî !﴿ konuşmaya başlar ve:

▬ Enâcur ağacının zılle-i kebîrinde nevm-i talep ederken, bizim düldül-i hımâr efendi firâra kadem eyledi. Acaba dergâh-ı ûlviyyetinizi teşrîf ettiler mi?” der. Köylü söylenenlerden bir şey anlamaz. Bir iki defâ tekrar ettirdikten sonra kendi kendine:

▬ Herhalde bu terbiyesiz adam bana küfretmenin ve aşağılamanın yolunu böyle buldu?” der ve hayvanlarını sürerken kullandığı sopa ile genç adama birkaç tâne aşk eder. İşte tam o zaman ham edebiyatçının aklına; yerine, makamına ve insanların seviyesine göre konuşmanın edebiyat olacağı gelir ve acıyla bağırır:

▬ Vurma be amca, eşeğimi kaybettim onu gördün mü?” 

Peygamber Efendimiz: “İnsanlara anlayacakları dilden konuşun.” buyuruyor. Görüşler farklı olsa da âdâbına uygun konuşmak, olumlu etki bırakır, dostluğa zemin hazırlar. Âdâbına riâyet etmeden konuşmak ise dinleyenler açısından tam bir eziyettir. Yerinde, güzel, anlamlı cümleler sarf etmek varken yalan yanlış, akla her geleni konuşmak çoğu zaman onulmaz yaralar açar. Ecdadımızın, “Bıçak yarası geçer; dil yarası geçmez.” sözü bu konuda ne kadar da mânidardır.

Konuşma âdâbına riayet edenlerin güzel neticeler elde edecekleri Yüce Kitabımızda şöyle haber verilir: “Görmedin mi Allah güzel bir sözü nasıl misal getirdi? Güzel bir söz kökü sağlam, dalları göğe yükselen bir ağaç gibidir. Bu ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvesini verir. Öğüt alsınlar diye Allah, insanlara misaller getirir.” Şu âyette de dilini kontrol altında tutmayanların karşılaşacakları olumsuz âkıbete işâret edilir: “Kötü bir sözün durumu da yerden koparılmış, ayakta durma imkânı olmayan kötü bir ağacın durumu gibidir.”

Konuşmalarımızla insanlara rahatsızlık ve bıkkınlık vermemeli, sözlerimiz hikmetli ve ibretli, sözlerimizin rotası da insan onuru ve haysiyetini yüceltmek olmalıdır. Güzel ve anlamlı sözlerimiz hayırlı ve faydalı işlere dönüşmeli, dedikodu, gıybet, sû-i zan ve çirkin sözlerle hem insanlar hem de Rabbimiz katındaki değerimizi düşürmemeliyiz. Tıpkı Yunus’un sözün gücünü anlatan:

“Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı,

Söz ola ağılı aşı, bal ile yağ ede bir söz.” veciz ifâdeleri gibi. Vesselam.

            Selâm ve duâ ile…