İmâm-ı Kuşeyrî, Şakîk-i Belhî’nin zühd yoluna girme sebebinin şu hâdise olduğunu nakleder.

Şakîk-i Belhî, kıtlık zamanında bir kölenin sevinçten şıkır şıkır oynamakta olduğunu görür. Oysa o günlerde insanlar geçim sıkıntısındadırlar. Kıtlık vardır, ekmek peşinde koşturmak, günün en ağır yükü olmuştur. Şakîk-i Belhî bu köleye:

Sendeki bu coşkunun ve sevincin sebebi nedir? İnsanların kıtlıktan dolayı düştüğü şu durumu görmüyor musun?” diye azarlar bir şekilde sorar. Köle ise:

Bundan bana ne? Benim Efendimin kendisine âit özel bir köyü var. İhtiyaç duyduğumuz her şey oradan geliyor.” diye karşılık verir. Şakîk, bu söz üzerine kalbine döner; Ziyâ Paşa’nın mısraları yankılanır zihninde:

“Görmeden âsâr-ı nîsânın bahâr elden gider,

Güller âhir râm olur ammâ hezâr elden gider…”

“İnsan, nisan ayının güzel eserlerini görmeden, bahar mevsimi elden gider. Nihâyet kendini güllere kabul ettirir ancak bu sefer de bülbül elden gider.” burada, insanların içinde bulunduğu ânın değerini bilmelerini, ömür sermâyelerini dikkatli kullanmaları gerektiğini vurgulayarak, sosyal açıdan bakıldığında da, zamanın şartlarına göre insanların kendilerini donanımlı hâle getirmelerinin zarûri olduğunu ifâde ettiği gibi kendi kendine:

Şu kölenin efendisinin bir köyü varsa, efendisi de muhtaç bir kul olmasına rağmen bu köle rızkı için tasalanmıyorsa, nasıl olur da Mevlâsı zengin ve her şeyin sâhibi olan bir Müslüman rızkı için tasalanır, endişe duyar?” diye söylenir. Ziyâ Paşa:

“Rızk-ı maksûma kanaâttir meâli hikmetin,

Gâh hırs-i nev-şikâr ile şikâr elden gider…”

“Hikmetin anlamı, Allâh’ın taksim ettiği rızka kanaat etmektir. Yoksa insan yeni bir av elde etme hırsı ile elindekini de kaçırır.” İnsan elindeki nimetin değerini bilmezse, sermâyesini de kaybetme olasılığı olduğunu unutmamalıdır. Şâir burada da, sosyal kurallar içinde ve dînî temâyüllerde öncelikle insanın, elindeki nimete râzı olması gerektiğini vurgular. “Hayat ne gideni geri getirir ne de kaybettiğin zamanı geri çevirir. Ya yaşaman gerekenleri zamanında yaşayacaksın ya da yaşamadım diye ağlamayacaksın.” der Tolstoy

Şunu kimse unutmasın. Herkes kendi sütünün hükmüne tâbidir. Hz. Ali’nin; tutması için deveyi verdiği köle, eğer niyetini bozup yuları alıp gitmeseydi zâten Hz. Ali:

O yulardan aldığı para kadarını deveyi tuttuğu için ona verecektim, o yuları kaçırmakla helâli kendine haram etti.” der. Yâni helâl de aynı rızıktır haram da. Fakat insan niyetine göre o rızkı ya helâl ettirir ya da haram. Allah’ın yazmadığını verecek bir güç de yeryüzünde yoktur. “Ben yaptım, yaparım.” denilenleri dâhi Allah yaptırıyor, o kişi kendisinden sanıyor. Âyet-i kerîmenin emri: “Allah’ın sana verdiğinden âhiret yurdunu kazanmaya bak ve dünyadan nasîbini unutma.” {Kasas/77} Bu âyet-i kerîmeyi tefsir eden hadis ise: “Kim dünyayı öne, âhireti arkaya bırakırsa, Allah bütün işlerini darmadağın eder, o kişi bir türlü toparlayamaz. Kim de âhireti öne alırsa (âyette geçtiği gibi) Allah bütün işlerini derler toplar önüne koyar.” Allah (cc) Rezzaktır ve yeteri kadar rızkı da yaratmıştır ve yarattığı kulunun da rızkını her şeye rağmen vermektedir. Hatta diyebiliriz ki; fazla kazanç malı arttırır, rızkı arttırmaz. Bir âyet-i kerîmede “Beni unutursanız (maddî ve manevî) rızıklarınızı “kısarım”.” {Tâhâ/124} dikkat edilirse “keserim” değil, “kısarım” buyruluyor. Zîrâ O (cc), Rahman isminin gereği mü’min-kâfir herkese bol bol servet verir, fakat rızık ayrı. “Allah’ın rızık vermediği bir canlı yoktur.” {Hûd/6}

Mekke’den Medine’ye hicret eden Müslümanlar sıfır sermâye ile gittiler ve Efendimiz (s.a.v.) onları Medineli Müslümanlarla kardeş ilân edince Abdurrahman bin Avf’a kardeş olan Medineli; onunla her şeyi paylaşmak istediği hâlde o, kabul etmeyip:

Bana pazarın yolunu göster.” der ve kısa zamanda o kadar zengin olur ki, kaldırdığı taşın altında altın olabileceğini dâhi düşünüp korkmaya başlar. Çünkü o “Er-rizku A’lallâh”a inanan bir “Dârü’l-Erkam” talebesidir. Demek ki, bütün mesele böyle bir îmana mâlik olmaktır. Ancak gönül gözüyle bakanlar, bu hakîkatin kıymetini fark edebilir. Diyarbakırlı şâir, yazar ve devlet adamı Saîd Paşa’da:

“Zâmin olan ey Saîd, erzâka Hâlık’tır sana,

Mâsivâya ser-fürû etmek ne lâyıktır sana,

Iztırâbı celb eden meyl-i alâıktır sana,

Gayr için düşme lisân-ı nâsa, yazıktır sana,

Müstakîm ol, Hazret-i Allah utandırmaz seni!” “Ey Saîd! Hâlık Teâlâ bu âlemde senin rızkını garanti etmiştir. Bu yüzden rızık endişesiyle mâsivâya boyun eğmek sana yakışmaz. Aslında bu âlemde ızdırâbın temel sebebi alâık denilen dünyâ bağlarına meyledip insanın kendini bağlamasıdır. Başkaları için halkın diline düşüp kendine yazık etme. Sen doğru olmaya, müstakîm olmaya bak. Öyle olursan Allah utandırmaz seni.” der. Âşık Veysel’le bitirelim:

“Ne var ise sende bende,

Aynı varlık her bedende,

Yarın mezara girende,

Sen toksun da ben aç mıyım?”

Âsâr-ı Gönül de der ki:

Ø Rızkın sâhibi, kalbin huzurudur; elin boş kalabilir ama gönlün doluysa sen yine zenginsin.

Ø Bir kölenin efendisine duyduğu tevekkül, bir kulun Rabbine duyduğu teslimiyetin aynasıdır.

Ø Güven, karnı doyurmadan önce kalbi doyurur.

Ø Elindekiyle yetinen, başkasının hazinesinden daha mutlu uyur.

Ø Kimi köle efendisinin köyüne güvenir; ama kimi kul, Rabb’inin hazinesine güvenmez…”

Elbette anlayana, anlamak isteyene…

Hâsıl-ı Kelâm!

“Ölenler Ölümü Bilmez, Ölüm Kalanların Hikâyesidir. Yol Elif İse, Yön Bellidir... Herkes Kendi Tercihiyle, Kendi Hayatını Yaşar... Söz Meclise, Kıssa Herkese… Söz Uzar, Kesmek Gerektir Vesselâm!”

Âsâr-ı Gönül’den selâm ve duâ ile…