Pâdişâhlar meclisinin kandili, azmin ve zaferin güzel örneklerinden Gazneli Sultan Mahmut, Hindistan’a 17. seferine çıkar. Hint ordusunu kalabalık görünce canı çok sıkılır ve âdil Sultan kendi kendine:

▬ Eğer bu orduyu yenebilirsem elde edeceğim bütün ganimetleri Allah ﴾cc﴿, için yoksullara dağıtacağım!” diye adakta bulunur. Savaşta düşman bozulup dağılır. Savaşı galibiyetle bitiren Sultan, bir parçasına bile kimsenin değer biçemeyeceği kadar sayısız ganimetler elde eder. Sultan, ekibine tâlîmat verir ve:

▬ Bu ganimetleri fakir-fukaraya dağıtın. Çünkü savaştan önce Allah’a ﴾cc﴿, adakta bulunmuştum. Şimdi bu adağı yerine getirmem lazım” der. Yanındaki ekip itirâz eder ve:

▬ Sultanım! Bu kadar mal, bunca altın değer bilmez bir avuç yoksula verilir mi? Ya askere ver memnun olsun, düşmanına kinlenerek savaşa hazırlansın ya da emret hazineye götürülsün” derler. Sultan tereddüde düşer. Adağımı yerine getirip yoksullara mı dağıttırayım yoksa dediklerini mi yapayım diye şaşırır kalır. Tam o sırada Ebû’l Hüseyn denen zekî bir meczûp ordunun içinden geçmektedir. Sultan Mahmut onu uzaktan görünce:

▬ Hah, şu meczûba sorayım o, ne derse onu yapayım. Çünkü o ne asker tanır ne de Sultan. Söylenecek hakîkati sakınmadan söyler.” der ve yanına çağırır olayı olduğu gibi anlatır. Meczûp der ki:

▬ Sultanım, şimdi iki şeyden birini yapman gerek. Eğer bir daha; Allah’a ﴾cc﴿, işin düşmeyecekse merak etme bunların dediğini yap adağını düşünme. Yoook, eğer yine işin O’na ﴾cc﴿, düşecekse verdiğin sözden utan, onlara sakın uyma adağını yerine getir. Madem Allah ﴾cc﴿, sana yardım etti işini düze çıkardı; kendisine düşeni yaptı. Sana düşen iş nerede peki? Niçin sözünü yerine getirmiyorsun?” dediğinde Sultan Mahmut, ganimetin hepsini yoksullara dağıttırır ve sonunda ismi gibi Mahmut (ok gibi doğru olan kimse, övgüye değer ya da övülmeye layık) olur. ﴾Mantıku’t- Tayr﴿

Cenâb-ı Allah Yûnus Sûresinin 21-23. âyeti kerîmelerinde: “İnsanlara dokunan bir zarardan sonra bir rahmet tattırdığımızda bir de bakarsın ki onlar, bize âit işâretler üzerinde hileye sapmışlardır. De ki: “Hîleye karşı Allah’ın tedbiri daha çabuktur.” Şüphesiz elçilerimiz sizin hile ve düzenlerinizi kaydediyorlar. Karada ve denizde yol alıp ilerlemenizi sağlayan O’dur. Gemide bulunduğunuzda, güzel bir rüzgârla gemiler onları kaydırıp götürdüğü ve bu yüzden sevinç içinde oldukları sırada onları bir fırtına yakalar, üzerlerine her taraftan dev dalgalar gelmeye başlar, kuşatıldıklarını zannederler, (işte bu durumda) “Eğer bizi bu felâketten kurtarırsan vallâhi sana şükredenlerden olacağız” diye -din ve ibâdeti yalnız O’na özgü kılarak- Allah’a duâ ederler. (Allah) onları kurtardığında bir de görürsün ki bulundukları yerde hak hukuk tanımazlar! “Ey İnsanlar! Taşkınlığınız ancak sizin zararınızadır. Dünya hayatının geçici menfaati ...Sonra gelişiniz bizedir, geldiğinizde size yaptıklarınızın ne olduğunu bildireceğiz.” “Allah’a mahsus işâretler, deliller üzerinde hîle yapmak” çeşitli şekillerde olmaktadır; âyette zikredildiği gibi “Allah müşrikleri lütuf olarak bir sıkıntıdan kurtardığı, böylece onlara varlık ve birliğinin işâretini verdiği halde bu lütfun putlardan geldiğini ifâde etmek, sıkıştıklarında Allah’a sığınıp bir daha kötülük yapmayacaklarına söz verdikleri hâlde O’nun lütfuyla selâmete çıkınca yine haksızlık ve günahkârlık yoluna sapmak” bunun tipik örnekleridir. Âyetlerde de görüldüğü gibi Gazneli Sultan Mahmut’un yaşadığı bu çelişkileri bizler de günlük hayatta sürekli yaşamıyor muyuz? Başımıza gelen bir sıkıntı dolayısıyla ellerimizi açıp: “Allah’ım!...” diye başladığımız duâ ve yakarışlarımız, sıkıntımız geçince de bütün bu yakarışlarımızı unutmuyor muyuz? Hiç kimse bizi yaratan, bizi yaşatan Rabbimiz kadar insan fıtratını bilemez.

Yâni; Allah ile bağımız pek zayıf!

Bir memurdan bir şey talep etseniz, âmirine danışmadan iş yapmaz. En azından göreviyle ilgili mevzûata bakar ve ona göre iş yapar. Mevzûata bakmadan ve âmirinden inisiyatif almadan iş yapmaz. Bir liralık cezânızı bile affetmez. Ama mevzûattan veya âmirinden yetki alırsa istediğini yapar.

Bizler de Kur’ân’ın memurları değil miyiz? Kaç işimizi Kur’ân’a uyuyor mu diye yapıyoruz? Kaç işimizi Allah’a danışıp yapıyoruz?

Evlilik, ticâret, alışveriş, insânî ilişkiler, komşu, âile hakları ve diğer tüm ahlâkî konularda anayasamız diye haykırdığımız Kur’ân’ın kaç emrine uygun iş yapıyoruz?

Yoksa işimizi işimize gelen şekilde halledip mevzûatı da kendimize uydurur gibi Kur’ân’ı da kendimize mi uyduruyoruz?

Sanki de öyle yapıyoruz?

Mevzûata uygun davranma ama mevzâatı bil! Bu, seni sorumluluktan kurtarmaz. Bilmek, okumak değil, bilip amel etmek gerekir.

Bu nedenle eğer bu dünyada Rabbimize işimiz düşmeyecekse bazılarının özendiği gibi bir hayvan özgürlüğü içinde dilediğimiz gibi yaşayabiliriz. Ama ona işimiz düşecekse ağzımızdan çıkan söz ile, attığımız her adımı onun râzı olacağı şekilde atmamız gerekmez mi?

Oldukça zengin adamın biri günümüzün akıllı evleri gibi o günün şartları içinde dillere destan bir saray yaptırır. En yakın dostunu da sarayına dâvet eder. Dostu sarayı gezdikten sonra çok güzel bir saray yaptırmışsın ama duvarlarında:

▬ Her şey fânidir yazıyor?” der. Saray sahibi:

▬ Ben öyle bir yazı yazdırmadım!” deyince, dostu:

▬ Var. Bak ben hepsini görüyor ve okuyorum.” der. Saray sahibi:

▬ Nedir görüp okudukların?” dediğinde dostu:

▬ Doğanlar ölmek için gelirler, yapılanlar yıkılmak içindir. Hangi şey vardır ki, yapılmıştır ama yıkılmamıştır.  Hangi insan var ki, doğmuşta ölmemiştir.” diyerek güzel bir ders verir dostuna ve bizlere.

Madem kâlü belâda söz verildi o zaman sözümüzü yerine getirmek gerek, rüzgâra göre yön değiştirmek ve kendini akıllı sanmak galiba insanoğlunun yaptığı en büyük hata ve yanlıştır. Vesselam…

Selâm ve duâ ile…